Bazıları Ayasofya’nın ibadete açılmasının millette uyandırdığı heyecan ve mutluluğu anlamakta zorluk çekiyor. İstanbul’un fethinin ehemmiyetini idrakten uzaklar çünkü. Yahut fazlaca iyimser ve naif bir bakışla ve “Ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” modunda üzmesemiydik ‘Ehli Kitabı’ diyorlar.
“Kılıç hakkı da neymiş, kılıç mı kalmış bu çağda” çıkışları, “Bakalım bundan sonra Mescid-i Aksa ile ilgili nasıl konuşacaksınız?” diyerek, açık yakaladığını sananlar…
“Bu kararı alanlar umarım olası sonuçlarını da düşünmüştür” şeklindeki tehditvari siyasi beyanlar, yahut -sanki umurlarında olur gibi- “Avrupa’daki Müslümanlara camiler kapatılırsa sorumlusu sizsiniz” diyerek kısa yoldan siyasi kar elde etmeye kalkanlar….
“Aha da şuraya yazıyorum Erdoğan Ayasofya’yı açamaz” diyerek on-yüz-bin milyon kere tükürdüğünü yalayanlar…
Ve tabii -bence içlerinde en tutarlı olanları- İslam’a olan garezini gizlemek ihtiyacı duymayan, “Zulüm 1453’te başladı” bileşenleri…
Türkiye’yi ezanların okunduğu değil kilise çanlarının çalındığı bir ülke olsa daha çok sevecek bir kesim var, doğruya doğru.
Hepsinin bana kalırsa ortak yönleri Batıcılıkları. Kimi Batı’nın ne diyeceğini kıstas sayan korkak tabiatlı tipler, kimi de maddi manevi her vechile Batılılığı benimseyenler…
Türkiye’de siyaset ve toplumda diğer kimlikleri kesen ayrışma noktası işte tam burası. Türkiye’ye dışarıdan bakanlar ve dışarıya Türkiye’den bakanlar ayrımı da diyebiliriz buna.
İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı camiye çeviren ve bunu da vakıf senediyle bu topraklarda nefes alıp veren herkes için bir ödeve dönüştüren Sultan Fatih’in nesli mi olacağız yoksa miras yedi mi?
Tam bu ayrımdayız; hem de sadece Ayasofya mevzuunda değil pek çok bahiste böyle.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayacak rafine geleneklere tutunmayanların irapta mahalli olmaz. Dün Taksim’e cami yapılacak söylentisi bile darbe sebebiyken bugün artık Ayasofya aslına rücu etti. Taksim camii ise sessiz sedasız neredeyse yapıldı bitti.
Darpe sopasıyla siyasetçi sindirenlerin sesi eskisi gibi çıkmıyor. Ayasofya için en fazla “Türkiye’nin birinci sorunu bu muydu, ekonomimize bir katkısı mı oldu?” diyebiliyorlar. Sözde muhafazakar yeni yetme siyasetçilerin “Umarım sonuçları düşünülmüştür” çıkışından daha ehven olduğu bile söylenebilir bu yaklaşımın.
Düşmanlıklarından saçmalayanları biliyoruz zaten, Ayasofya’nın uluslararası bir toprak parçasında olduğunu zanneden şuursuzlar mı bunlar? Hayır pek tabii biliyorlar, Ayasofya Türkiye devletinin sınırları içindedir yani egemenlik alanındadır. Ve Türkiye’yi yönetme yetkisi almış irade millet adına Ayasofya üzerinde tasarruf hakkını haiz tek mercidir.
Aksini düşünmek yahut İşgal altındaki Mescidi Aksai le paralellik kurmak veya Avrupa Birliği gibi kurumları çekiştirerek yandaş aramak, tüm bunlar nafile çabalardır. Hele de Latin İstilası’nda Ortodokslara işkence etmiş Katolik dünyanın söz alabileceği en son konulardan biridir Ayasofya.
Erdoğan’ın siyasi dehasını bir kez daha gördük.
2002’de AK Parti iktidara geldiğinde başörtüsü yüzünden okulundan işinden atılan genç kadınların bir gün asker, hakim, kaymakam, milletvekili, polis olabiliceklerine dair hiçbir ümitleri yokdu. Ak Parti’ye oy verenlerin böyle büyük beklentileri yokdu. Ekonomiyi düzeltsin, ülkeyi az yaşanır hale getirsin diyordu herkes.
İnce bir sabır siyaseti ile pek çok hayal tek tek gerçek oldu.
Ve tüm bunların olabilmesi 15 Temmuz hain darbe girişiminin yine milletin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a güveni, Erdoğan’nı bu yola kefeni giyerek çıkmış olması ve milletin artık bir siyasi lider daha feda etme niyetinde olmamasıyla alakalı.
Ayasofya ibadete açıldı. Bir zamanlar hayaldi; başka pek çok şey gibi.
Ve gerçek oldu.
Türkiye’nin bölgesinde düzen kuran bir rol üstlenebilmesi gibi Ayasofya’nın açılabilmesi de 15 Temmuz direnişi sayesinde olabilmiştir.