Geçen sene “Gençler deist oluyor” diye ortaya bir yem atıldı. Maşaallah bizim cenahtan bu yemi yiyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı!
Televizyonda tartıştılar, gazetedeki köşelerinde yazdılar, dergilerinde kapaktan işlediler, cerîdelerinin haftasonu eklerinde analizler yayımladılar.
Medyadaki yaygaraya göre Türkiye’de gençler fevç fevç deist oluyordu!
Tabiî ki böyle bir şey yoktu.
Deist yeminden sonra internette başörtüsünü çıkarmış kadınların fotoğrafları dolaşmaya başladı. Twitter ve Instagram’da “#10yearchallenge” etiketiyle insanlar 10 yıl önceki hâliyle şimdiki hâlinin fotoğrafını paylaşırken ne hikmetse Türkiye’de mevzu yine dindar gençliğe gelmişti! 10 yıl önceki başörtülü fotoğrafının yanına 10 yıl sonra başı açık fotoğrafını koyanlara kahraman muamelesi yapıldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dindar nesil” idealinden rahatsız olanlar, bu idealin gerçekleşmesinden korkanlar psikolojik savaşın tüm unsurlarını yerine getiriyordu. Nasıl olsa bizim cenahta yemi yiyecek ağzı açıklar çoktu!
Deist olan, başını açan gençler yok muydu, olmaz mı vardı; geçmişte de oldu, şimdi de oluyor, gelecekte de olacak. Yalnız bu mevzunun abartılması, sürekli gündemde tutulması üzerinden aslında olması isteneni oldurmak olması hiç düşünülmedi; neydi o psikolojik savaş taktiğinin adı: “Halk istemez, istettirilir”!
Başını açanların fotoğraflarını paylaştığı sıralarda hanımı medrese idarecisi olan bir arkadaşım hanımının şu sözünü aktarmıştı: “Bizim medreseye giren kızların 10 yıl önceki fotoğraflarıyla şimdiki hallerini paylaşmak caiz olsaydı şok olurlardı.” Mini etek giymekten çarşaf giymeye giden süreçten bahsediyordu hoca hanım.
Geçen hafta beraber olduğum, İsmailağa Camii’nde üniversite talebelerine akaid, fıkıh, Arapça, Osmanlıca dersleri veren hocalar talebe yetişemediklerini ve yoğun talep dolayısıyla ek dersler koyduklarından bahsediyorlardı. Bir hoca arkadaşın da o gün neşesi yerindeydi. Kendisiyle ara ara konuşmaya gelen ateist bir üniversiteli talebe kelime-i şehadet getirerek o gün Müslüman olmuş, hocamız da mutluluğunu bizimle paylaşıyordu. O akşam tatlılar hocamızdandı!
Türkiye’nin her yerinde de yukarıda bahsettiğim vak’alar yaşanıyor. Yani sürekli her yöne bir akış var; ve müşahedelerimden çıkardığım netice müsbetten menfiye gidenlerden daha çok menfiden müsbete gelenler var.
Niyetim “Her şey çok güzel gidiyor” diyerek Polyannacılık oynamak değil. Hatalarımız ve hatalarımızın sebep olduğu sıkıntılarımız çok. Hiçbir şeyden tatmin olmayan ve ne aradığını bilmeyen insanların sayısı kâhir ekseriyette olduğu bugünün dünyasına hitap edici bir dil oluşturmak zor. İnsanları ancak yaşantımızın söylediklerimizi tekzip etmeyeceği bir hâl diliyle kucaklayabiliriz. İşte bu dil üzerine konuşmalıyız; panik yapmadan, başkalarının yemlemesine kanmadan, ümitsizliğe düşmeden!