Demokrasilerde yönetimin belirlenmesinde birçok aktör rol oynuyor. Birbirlerinden farklı çıkarları ve farklı talepleri olan toplumsal kesimler, siyasi partiler, iş dünyası, bürokrasi, kimi yerde cemaatler ve elbette biraz da uluslararası güçler. Öyle de “demokratik olmayan” rejimlerde yönetimi belirlemek üzere daha az aktör mü yarışıyor zannediyorsunuz?
Oralarda da birçok farklı çıkar grubu bulunabiliyor. Bunların çıkarları birbirleriyle örtüşmeyince problem çıkıyor. Ama çoğunlukla elde demokratik çözüm araçları olmadığı için problemlerin çözümü için girişilen mücadeleler çok daha büyük problemlere yol açabiliyor. Suriye’de olduğu gibi...
Bazılarında ise mesele sokağa intikal etmesin diye saray darbeleriyle çözüm sağlanmaya çalışılıyor. Geçen yıl Katar’da olanları hatırlayın. İzlemekte olduğu bölge politikaları özellikle yakın komşusu Suudileri rahatsız eden Katar Emiri bir gün aniden rahatsızlığını bahane ederek görevini oğluna devrediverdi. Belki Suudi bağlantısı da olduğu için geçen gün Bender bin Sultan’ın görevden ayrıldığı açıklanınca birçoğumuzun aklına Katar’daki saray darbesi geldi.
Katar sarayında yaşananların benzerlerinin Suud hanedanı içinde yaşanmayacağını düşünmek eşyanın tabiatına aykırı. Prensleri bırakın, bazen bizzat krallar bile oturdukları postu kaybedebiliyorlar. Suudi Arabistan’ın ikinci kralı Suud’un kardeşi Faysal tarafından devrilmesi, Faysal’ın ise bir silahlı saldırıda hayatını kaybederek tahtı boşaltması herkesin bildiği hadiseler.
Daha az bilinen ise Suudi Hanedanı içinde birbirleriyle çatışan çok sayıda grubun mevcudiyeti. Kral Abdülaziz’in 45 oğlu ile onların oğulları ve torunlarından oluşan Suud Ailesi ülkedeki en güçlü, hatta bir anlamda yegâne politik odak. Bizdeki şekliyle siyasi partiler mevcut olmadığından iktidar mücadelesi hanedan içindeki gruplar arasında cereyan ediyor. Aynı şekilde ittifak ilişkileri ve hatta koalisyonlar da öyle...
Bu grupların her biri toplumdaki farklı eğilimlerin iyi kötü temsilciliğini de üstlenmiş durumda. Dolayısıyla bazıları şimdikinden bile daha katı bir teokrasiden yana. Bazıları ise batı tipi demokrasi arzuluyor. Daha 1958-1964 arası dönemde faaliyet gösteren anayasal monarşi taraftarı Hür Prensler Hareketi’yle başlayan bu eğilimin bugün de hanedan içinde güçlü temsilcileri var ama bunların seslerini duymak artık o kadar kolay değil.
Mesela birkaç yıl önce İsviçre’den filmlerdekine benzer bir gizli devlet operasyonuyla kaçırılarak ülkeye getirilen ve o tarihten beri başkent Riyad’da ev hapsinde tutulan PrensSultan bin Türkî Suudi Arabistan’da demokratik reformlar talep eden bir figür.
Reformcu prensin babası PrensTürkî de hanedanın ayrıksı tiplerinden biri aslında. Ama onun ayrıksılığı politik görüşlerinden ziyade özel hayatına ilişkin tercihleriyle ilgili. PrensTürkî bin Abdülaziz, adından da anlaşılacağı gibi, devletin kurucusunun oğullarından biri. Üstelik hanedan içindeki nüfuzlu Sudayrî klanına mensup. Yani ikbal kapılarının kendisi için ardına kadar açık olduğu düşünülebilecek biri.
Ne var ki PrensTürkî hayatının belirli bir aşamasında zor bir karar verip yolunu farklı çiziyor. Kraliyet ailesinin itirazlarına rağmen bir Şazelî tarikatı şeyhinin kızıyla evlenip ülkesini terk ediyor. Bu gönüllü sürgün süreci Prens’in eşinin kuşkulu ölümüyle son buluyor gerçi ama insan bu hikâyeyi işitince sevdiği kadınla evlenebilmek uğruna İngiltere tahtından feragat eden 8. Edward’ı hatırlıyor ister istemez.
Görüldüğü gibi Suud Ailesi içinde KralEdward’ın meşhur hikâyesine taş çıkartan romantik hikâye kahramanları da var... Kral Halid’in ağabeyi Prens Muhammed gibi veliahtlıktan çekilip tahtı kardeşine bırakan da var... Tahtı kardeşine bırakan bu prensin -hem de kardeşinin saltanatı sırasında- zina suçlamasıyla 19 yaşında idam edilen torunu Prenses Mişeal gibi trajedi kurbanları da var... Ve nihayet hayatlarını ülkeleri için demokrasi mücadelesine adayan bazı prensler de var...
Özellikle bu sonuncuların varlığı siyasi açıdan da önemli...