Gezi Parkı eylemlerinin sonlandırılış biçimi pek çok insan gibi beni de rahatsız etti. Aceleyle yapılan müdahale küllenmiş olan krizin alevlenmesine, insanların yine sokaklara çıkmasına, Türkiye’nin bir kez daha kutuplaşmasına yol açtı. Başbakan Erdoğan’ın Ankara ve İstanbul mitinglerinde vurguladığı bazı hassasiyetler de bu kutuplaşmanın derinleşmesine neden olacağa benzer.
Başbakan keşke o mükemmel hitabet yeteneğiyle daha uzlaştırıcı konuşmalar yapabilseydi, mesela gerçekliği tartışmalı “camide içki içilmesi” metaforunu kullanmasaydı. Eminim Türkiye’ye ve dünyaya yine aynı mesajı verir, seçmenlerinin hala kendisini ve partisini desteklediğini gösterebilirdi. Hatta destek alanını genişletirdi.
***
Yanlış anlaşılmasın benim AK Parti’yi bölmek gibi bir amacım yok. Ama Cumhurbaşkanı Gül’ün, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun anlayış ve yaklaşımı bana daha yakın geliyor. Keşke diyorum Başbakan T24’de Nilüfer Göle’yi, Yeni Şafak’ta Fatma Barbarosoğlu’nu okusa, Zaman’da İhsan Dağı’nın uyarılarına kulak verse.
Çünkü artık tansiyonu düşürmemiz gerekiyor. Bunun için de olan biteni doğru bir şekilde anlamız ve anlamlandırmamız şart. 1950’lerin analojisi üstünden bugünü kurgulamak bizi yanlış bir zemine sürükleyebilir. Krizi dış güçlere bağlamak da hatalıdır. Bazı devletler ve çıkar grupları yaşadığımız gerilimden tabii ki büyük bir haz alıyordur.
Belki bazı istihbarat örgütleri, düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri akışı yönlendirmeye çalışıyordur. Ancak krizin çıkışının nedeni içtedir. Zamanlaması IMF’e son taksiti ödememiz ya da havaalanı ihalesini başarıyla sonlandırmamızla bağlantılı değildir. Bence krizin tırmanmasında hayat tarzına müdahale edildiğine ve edileceğine dair inanç vardır.
Şimdiye değin Gezi Parkı’ndaki “genç protestocuların” ne istediği anlaşılmaya çalışılmış, radikallerin emelleri deşifre edilmiş, ama sokaklara dökülen geniş kitlelerin neden gaz yeme riskini göze aldıkları anlaşılamamıştır. Evet, sokağa radikallerin çıktığı ve şiddet uyguladığı doğrudur. Buna rağmen nasıl olup da benim mahallemde oturan orta sınıf insanların onların arkasına takıldığı araştırılmak, kamuoyu yoklamalarının sonuçları değerlendirilmek zorundadır.
Onların kaygılarını anlamazsak gelecekte bambaşka gerekçelerle bambaşka krizlerle karşılaşabiliriz. Ancak ondan daha acil olanı bu krizi elbirliği ile yönetmek, daha da tırmanmasını önlemektir. İçişleri Bakanı, valiler ve emniyet müdürleri orantısız güç kullanımı konusunda hassasiyet göstermek, gerektiğinde çetelerden protestocuları korumak, her türlü iddiayı bundan sonra da ciddiye almak zorundadır.
Bazı hareketlerin organize olduğu gerçeği bizi çete soruşturmalarına, protesto hakkının yanlış kullanılması darbe suçlamalarına yöneltmemelidir. Twitter’da şiddetin teşvik edilmesi, bazılarının Tahrir hayaliyle yanıp tutuşması Türkiye’yi ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına götürmemelidir. Türkiye her alanda meşru ve hukuki zeminde hareket etmelidir.
Sendikaların, kanaat önderlerinin, protesto hakkını kullanan insanların da meşru zeminin dışına çıkmamaları gerekmektedir. İfade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma hakları sınırsız değildir. Türkiye’nin taraf olduğu, dolayısıyla da devlet, birey ve kurumlar olarak hepimiz üstünde bağlayıcılığı olan 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu hakların kullanımına sınırlamalar getirmiştir.
***
Kamu düzeninin korunması sınırlamaların en başında gelmektedir. 1950 Sözleşmesi’nin 9-11 maddeleri içindeki özgürlüklerin kullanımı olarak tanımlanan protesto hakkı da kamu düzenin korunması gerekçesiyle içtihatta ve uygulamada sınırlanmaktadır. Devletten orantısız güç kullanmaması istenirken, bireyden de bu sınırlamalara uyması beklenmektedir.
Unutmayalım, hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız. Gemi su alırsa hepimiz zarar görürüz. Kimse hükümetin uygulamalarını sevmek zorunda değil. Uygulamaları protesto da edebiliriz, hükümeti eleştirebiliriz de. Ama demokratik bir ülkede, adil seçimlerin yapılabildiği bir yerde hükümeti sokakta değiştiremeyiz.