Tarihe baktığımızda her dönemde toplumların; inişe geçtikleri ya da sıkıntılarla uğraştıkları zamanlarda, kendi değer, inanç ve kutsalları çerçevesinde bir "gelecek tasavvuru" kurgulamaya çalıştıklarını görürüz.
Medeniyet geçmişi olan milletler; bu gelecek tasavvuruyla değerlerine sahip çıkmayı, umutlarını canlı tutmayı, kadim kültür ve geleneklerini yaşatabilmeyi, kurtuluş arayışı içerisinde anını ve geleceğini inşa etmeyi ümit eder ve hedefler.
İslamiyet öncesi Türk toplumunda fert ve devlet planında ilk şahit olduğumuz tasavvur "alp" kültürü üzerine bina edilmiştir. Devlet, Alpleriyle artırmayı kurguladığı kudretle dünya sahnesinde var olabilmeyi hedeflerken birey de "alp" olgusu üzerinden yeni bir ideal kimlik oluşturur ve zinde kalır. İslamiyet sonrası toplumda "alp" tasavvurunun yanına "velilik" tasavvuru da eklenir.
Osmanlının son yıllarına gelindiğindeyse Batılılaşma çabası, devletin ekonomik ve sosyal açıdan toplumdan uzaklaşması, toplumun velilik ülküsünden uzaklaşarak değerlerini kaybetmesi gibi sebeplerle Devlet-Millet insicamı bozuluyor.
Yüz elli yıl boyunca istikrarın her planda kaybolmuş olması kendi coğrafyamızda, gelecek tasavvurumuzu, bizler adına başkalarının planlamasına neden oldu.
Sultan Abdülhamid döneminde devlet ve toplum düzeyinde yeni ümitler yeşermeye başladı. Siyaset alanında hedefe koyulan gelecek tasavvuru umutları yükseltti.
Yirminci yüz yılın başlarındaysa ümitler yeniden suya düştü. Toplum, yeni bir gelecek tasavvuruna ihtiyaç duydu ve hayata tutunabilme adına farklı kurgular deneme yoluna girdi.
Tanzimat'tan Cumhuriyet'e dek hızla artan Batılılaşma ve Batılılaştırma gayretlerinin neticesinde, devlet ve toplumun insicamının bütünüyle bozulduğuna şahit oluyoruz.
Bu dönem, bir taraftan da bazı önemli isimlerin belirgin özellikleriyle ön plana çıktığı dönemdir. Bu zamanlarda oluşan frakların mihmandarları arasında yer alan önemli isimlerle de bu dönemde tanışıyoruz.
Tevfik Fikret, oğlu Haluk üzerinden geleceği kurgulamaya çalışıyor ve yazılarını; geleceğin temellerinin ancak "Hümanist ve İlerlemeci" düşünceyle atılabileceğini savunan cümlelerle süslüyor.
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, arkadaşının oğlu Asım'ı merkeze koyuyor ve "Modern ve İslami" bir gelecek tasavvurunun "gençlik"üzerinde yeniden inşa edileceğini söylüyor.
Nazım Hikmet, evlatlığı Mehmet üzerinden geleceği kurgulamaya çalışıyor ve ancak "Marksist Zihniyetin" inşa edilmesi durumunda gençliğin hayata tutunabileceğini ifade ediyor.
Her bir isim bu kurgular üzerinden dava bilincini belirliyor ve mücadele ediyor. Ama hiçbiri sevdasına ulaşamıyor. Çünkü insicamı bozulmuş devlet-millet denkleminin zamansal tezahürünü doğru okuyamıyorlar.
Cumhuriyetin kurulmasından 1950'ye kadar yaşanan bütün evreler kapalı kutu bir toplum haline dönüşmemize sebep oluyor. 50 sonrasında, toplumda yeniden hareketlenmeler başlıyor. Çeşitli ideolojiler kurgulanıyor ve hayata geçiriliyor.
İnsanlar, oluşan "solcu", "sağcı", "milliyetçi", "komünist", "Atatürkçü", "İslamcı", "Cemaatçi", vb. ideolojik kümelerde kendilerine yer arıyorlar. İdeolojik kümeler içerisinde hayata tutunuyor ve "gelecek hedefi" endişesinden uzaklaşıyorlar.
Ara yıllarda, darbeler coğrafyasına dönüştürülen bu vatanın evlatları parçalanmış ideolojilere sıkı sıkıya sarılıyor.
Bu coğrafya toplumunun geçmiş ve gelecek hülyası hep bir Medeniyet perspektifinde olmuştur. Dolayısıyla bu hülyanın; toplumun değerlerine, inançlarına, kadim kültür ve geleneklerine bağlı bir Medeniyet tasavvuruna dönüşmesiyle bu toplumun fıtratına uygun kimlik inşası yeniden gerçekleşecektir.
Kendi şahsiyetini inşa edemeyen hiçbir toplum ise geleceğini tasavvur edemeyecektir.
"Suyun suya benzediği gibi geçmiş hale, hal istikbale benzer" diyor İbn Haldun.
Bu düsturdan hareketle; "saf, berrak, katıksız bir yapı" anlamında kullanılan fıtratımıza yani özümüze dönmemiz gerekir.