Euro Bölgesi’nin Britanya’nın I. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı dönemden ders alamaması, ekonomi adına büyük bir başarısızlıktır.
The Economist editörlerinden Greg Ip, IMF’nin son Dünya Ekonomisinin Görünümü raporunun 3. bölümüne dikkat çekti. Ekonomik vaziyetlerini mali tasarruf tedbirleri ve iç devalüasyonla çözmeye çalışan Euro Bölgesi ülkelerini doğrudan ilgilendiren bir vakanın analizini içeriyor: Britanya’nın I. Dünya Savaşı sonrasında altın standardına dönmesi.
Raporun da dediği üzere, Britanya tasarruf tedbirlerine dört elle sarılmıştı: “Birleşik Krallık hükümeti amaçlarına ulaşmak için sert mali tasarruf tedbirleri ve sıkı para politikasının karışımı bir yola gitti. 1920’lerde faiz dışı fazla gayrisafi milli hasılanın yüzde 7’sine yakın tutuldu. Bu da ‘Geddes’in baltası’ diye bilinen büyük harcama kesintileri ve savaş sırasında getirilmiş yüksek vergilerin sürdürülmesiyle sağlandı. Para alanında ise İngiltere Merkez Bankası savaş öncesi pariteye dönebilmek için 1920’de faiz oranlarını yüzde 7’ye dek yükseltti -ardından deflasyon geldi- ve olağanüstü reel faiz oranları sundu.”
Ancak ne yazık ki güven perisi oralara hiç uğramadı. Britanya daha Büyük Bunalım’ın gelmesinden çok önce ekonomik durgunlukla gelen acılara uzun süre katlandı. Bu yapılanlar borç/gayrisafi milli hasıla oranını düşürmeye dahi yaramadı çünkü deflasyon ve yavaş büyüme tasarruf tedbirlerinin etkilerini bastırdı.
Avrupa için gelecek pek parlak görünmüyor.
Hep olduğu gibi
Financial Times’ın blog’u Alphaville, The New York Times’ın arşivlerine dalıp insanların 1929-1933 arasında para politikasına dair neler konuştuğunu incelemiş ve ortaya hem epey güven tazeleyen hem de epey can sıkan harika bir makale çıkmış.
Hem güven tazeleyen hem de can sıkan dediğim şey dünün tartışmaları ve çekişmelerinin günümüzdekiyle aynı olması.
“Mesela, insanların madeni paradaki kıymetli maden oranını düşürme ve para basmanın tetikleyeceği enflasyon konusunda 1930’larda da bugünkü kadar endişeli olduklarını biliyor muydunuz?” Muhabir Izabella Kaminska, Alphaville blog’unda 24 Eylül günü çıkan yazısında bu soruyu sormuş. “Amerikan Büyük Bunalımı’nın uzun süreli deflasyon dönemlerinin tarihteki en iyi örneklerinden biri olmasına rağmen böyle.”
Güven tazeleyen kısım şu: Diplomalı ve model kuran bir ekonomist olarak benim varlığımın açıklaması ekonomik konular ve temel meselelerin zamana yayıldığında oldukça istikrarlı gitmesine dayanır. Tümüyle istikrarlı değildir -İmparator Diocletianus yönetimindeki Roma İmparatorluğu’nu modern Keynesçi teoriyle değerlendirmek istemezsiniz- ama farklı kuşakların tecrübe ettiği büyük mali krizlerin pek çok ortak yönü olduğunu söyleyecek kadar istikrarlıdır. 1930’lu yıllarda bir likidite tuzağı neyse 21. yüzyılda da bir likidite tuzağı odur.
Buna alternatif görüş şu olurdu: Her şey detaylarda biter; hizmet ağırlıklı, küresel üretim ile interneti ve daha pek çok yeniliği içeren modern ekonomimiz dedelerimizin ekonomisine hiç benzemiyor; kuralları farklı. Yeterince genel bakarsanız doğru. Dediğim gibi, Diocletianus ekonomisi veya tarım ağırlıklı herhangi bir ekonomi muhtemelen tamamen farklıydı. Ama John Maynard Keynes’in (ve Franklin D. Roosvelt’in) ekonomisi öyle görünüyor ki bizimkine yeterince benziyordu çünkü modeller hala geçerli.
Şimdi can sıkıcı bölüme gelelim: Madem bunları daha önce gördük, madem elimizde hem geçmiş hem de şimdiki zamanı anlamamıza yarayacak modeller var, dedelerimizin tartışmalarını tekrar takrar yapıyor (ve aynı hataların çoğuna hala düşüyor) olmamız uygulamalı bir bilim olan ekonomi adına büyük bir başarısızlıktır. Bunun bir kısmı politikacıların bildiklerimize kulak vermemesinin sonucu ama devamlı okuyucularım esas meselenin pek çok ekonomistin bildiklerimizi unutmak yönünde verdikleri bilinci kararların ve net profesyonel rehberlik eksikliğinin sonucu olduğunu söylediğimde şaşırmayacaklardır.
Böylelikle, tarihten ders almayı reddettiğimiz sürece onu tekrarlamaya mahkum olacağız.
Arka plan: IMF 1918 yılından dersler
Uluslarası Para Fonu (IMF), 1980’ler ve 1990’larda borç alan gelişmekte olan ülkelere sert tasarruf tedbirleri uygulatmasıyla bilinirdi ancak kurum, yeni raporunda, Avrupa’nın uyguladığı tasarruf tedbirlerinin vahametine dair uyarılarda bulundu.
Senede iki kez hazırlanan IMF Dünya Ekonomisinin Görünümü raporu 27 Eylül’de, İspanya, Yunanistan, İtalya ile Portekiz’de kitlesel protestoların gözlemlendiği bir dönemde yayımlandı. Rapor, tarihte kamu borcu gayrisafi milli hasılanın yüzde 100’ünü aşan gelişmiş ülkeler arsından örnekleri inceliyor ve her farklı olay için alınan değişik politik tedbirler ile bunların ekonomik sonuçlarını anlatıyor. Raporun vardığı sonuçlara göre kamu borcu ekonomik üretimi sıkıntıya sokan kısa vadeli tasarruf tedbirleriyle değil, mutlaka uzun dönemli yapısal reformlar ve büyüme yanlısı politikalar eşliğinde, yavaş yavaş azaltılmalı. IMF’ye göre, günümüzün sıkıntıdaki Euro Bölgesi ülkelerinin Britanya’nın 1918 yılındaki durumundan almaları gereken dersler var.
Ağır borç yüküyle karşı karşıya olan bir ülkenin uygulayacağı geleneksel yöntem para biriminin değerini diğer ülkelere oranla düşürerek ihraç mallarının fiyatlarını indirmek, böylelikle rekabet gücünü artırmaktır. I. Dünya Savaşı sonrasında altın standardına dönen Britanya, borçlarını para biriminin değerini düşürmeden ödemeye kalkıştı; bugün ortak para biriminde olduklarından bunu yapma lüksüne sahip olmayan Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın içinde bulundukları durumdaydı. O gün de bugün olduğu gibi vahşi tasarruf tedbirleri uygulandı: İç devalüasyon denilen bir süreç dahilinde vergiler artırıldı, maaşlarda ve sosyal hizmetlerde büyük kesintilere gidildi. Britanya örneğinde sonuç felaket oldu: Maaşlar düştü, ülke çapında işsizlik arttı, onyıllar boyu devam edecek bir ekonomik durgunluk dönemi başladı. Aradan 10 yıl geçtikten sonra gayrisafi milli hasıla 1918’de olduğundan daha düşüktü. Bugün de iç devalüasyon yoluna giden ülkelerde istihdam azalması ve hayat standartlarında düşüş gözlemleniyor.
Sorun Romney değil Cumhuriyetçi Parti
Son zamanlarda Mitt Romney’ye kendi cephesinden epey saldırı oluyor ki bunlar zamansız eleştiriler; seçim süreci hiçbir manada bitmiş değil. Şunu da ekleyeyim: Romney seçim gecesini özel asansöründe ağlayarak geçirecekse dahi sağcılardan gelen eleştiriler haksızca.
Evet, Romney oldukça kötü bir aday ama temel problem ondan değil partiden kaynaklanıyor.
Romney’nin elinde yarışa asılabileceği hangi konu kaldı? Doğrudur, ekonomi politikalarının detaylarını açıklamadı ama açıklayamazdı ki. Parti tabanı bir yandan vergilerde indirim talep ederken diğer yandan bütçe açığı konusunda şahin olmasını bekliyor. Sağlık Hizmeti ve sosyal hizmetlerin canına okumadan ikisini birden yapamaz ama Sağlık Hizmeti’ne karşı esas tehdidin Başkan Obama olduğuna dair kampanya yürütmekte. Mali konularda laf çevirmekten ve ne yapacağını gizlemekten başka şansı yok.
Ve hayır, başkan yardımcısı adayı Paul Ryan işlerin farklı bir şekilde yürütülebileceğini falan göstermedi. Onun planı burada pek çok kez belgelediğim üzere bir sahtekarlıktan ibaret. Bunun da ötesinde o başkent çevrelerinin yarattığı bir figür. Ryan efsanesi Washington’daki tiplerin ciddiyet sahibi, dürüst bir muhafazakar sembol oluşturup bunu genele kabul ettirme arzusuna dayanıyordu ve başaramadılar.
Romney, George W. Bush’un yaptığı gibi Amerika’yı eşcinsel evlilik teröründen koruma rolüne de soyunamaz.
Her şeyden önce, alışılagelmiş ulusal güvenlik bahanesi artık işlemiyor. Bush’un Irak bozgunu ve Osama Bin Ladin’i Obama’nın yakaladığı gerçeği ile Amerika’yı ancak Cumhuriyetçiler’in koruyabileceği görüşü öngörülebilir gelecekte geçerliliğini kaybetti. Bulunduğumuz noktada sosyal meseleler de onların aleyhine: Todd Akin’in partisine oy vermeyecek varlıklı beyaz kadınların sayısının eşcinsel evliliğine destek verdikleri için Demokratları cezalandıracak işçi sınıfından beyaz seçmenlerin sayısından daha çok olacaktır; bu neredeyse kesin.
En temelde ise beyaz seçmen sayısının küçülmesi yatıyor. Ekonominin zayıf olmasından dolayı bu seferki gene başa baş giden bir seçim olabilir ve Romney’den daha iyi bir adayın kazanma şansı daha çok olabilirdi.
Ancak uzun vadeli bakıldığında gelecek Cumhuriyetçiler açısından umut vaat etmiyor.
İneklik yanılgısı
Slate dergisinin politika muhabirlerinden Dave Weigel geçenlerde Paul Ryan’ın Çok Ciddi bir İnek olduğuna kanan saf gazetecilerle güzelce dalgasını geçti. Neden böyleymiş peki? Sıkı durun -PowerPoint kullandığı için.
Hem de dilimli grafiklerle!
Bu gerçekten muhteşem.
Ben inekleri tanırım. Paul Ryan bir inek değil. Evet, kendisi grafikleri ve slayt gösterilerinden hoşlanır. Ancak kullandığı rakamların aslında ne anlama geldiklerini bilmediği çok açık. O meşhur planı açıklandığında planının Heritage Vakfı projeksiyonunun işsizliğe etkisinin ne olacağına dair tamamen saçma bir sav öne sürdüğünü fark etmemişti bile. İhtiyari harcamalara dair tahminlerinin nasıl kesintilere yol açacağının da farkında değildi ki buna savunma harcamaları dahil; hem de Calvin Coolidge’dan beri görülmemiş düzeylerde.
Burada akla şu soru gelebilir: acaba Ryan gerçekte bir inek olmadığının farkında mı, televizyona çıktığında inek rolü mü yapıyor? Belki de farkında değildir.
Söylediği şeylerden bazıları Dunning-Kruger etkisinde olduğunu gösteriyor: Hesap-kitaptan o kadar anlamıyor ki kullandığı rakamların ne anlama geldikleri konusunda hiçbir fikri yok. Aslında fikri olmasına ne gerek var? Oraya buraya dilimli grafikler koyarak aldığı övgülere baksanıza. Eğer cumhuriyetimizin geleceği sözkonusu olmasaydı bu durum gerçekten komik olabilirdi -aynı zamanda da korkunç derecede utanç verici.