İnsan bâzı şeyleri geç farkediyor. Dün işte ben de bir şeyi böyle geç farketdim. Pek önemli mi onu da kestiremiyorum ama bilgi notu olarak arzedeyim:
Efendim, bizim gazeteden bir arkadaş, asabî bir arkadaş, uzunca süre önce benim bir tv programı ile ilgili olarak dikkati çekdiğim bir husûsa takılmış. Bu bağlamda o husûsun hangi husûs olduğu hiç önemli değil. Lâkin bu arkadaşımız buna çok öfkelenmiş. Oysa iyi niyetle yapılmış ve nezâket kuralları dâiresinde bir ufak, ama televizyonculuk edenlerin bilmesi gereken bir noktaya işâret etmişdim. İzlediğim bir yayında gözüme çarpan ve olmaması gereken bir husus...
Bu şahıs, üzerine hiç vazîfe olmadığı halde, muhtemelen benim değindiğim mesele bir arkadaşının hazırladığı bir programla, o programla, alâkalı bulunduğu için, bana zehir zemberek bir cevab yazmış. Yazmış ve bana “giydirmiş”...
Söylediği zâten yanlış ama atdığı başlık da çok tuhaf:
“Televizyon Ekranı Köşeye Benzemez Yağmur Bey”
Yâni demek istiyor ki sen öyle aklının ermediği işlere karışarak haddini aşma!
Otur, efendi efendi köşeni yaz ve öyle televizyon gibi boyunu aşan işlere bulaşma!
Bir kere başlıkda imlâ hatâsı var; ‘Yağmur Bey’den önce virgül koyması gerekirdi.
Kuraldır, direkt hitablar virgülle ayrılır.
İkincisi, bu uyarı tam bir zıpçıkdılık!
Ben Almanya’da ve bu ülkenin en büyük tv kanallarında (WDR, ZDF vs...) 1973-2003 arası tam 29 sene televizyonculuk yapdım zâten... Yâni daha kaç sene yapaydım? İsviçre, Fransa ve Avusturya’da da müteferriq işlerim vardır.
Hem de gece bekçisi filan olarak değil; realizatör, senarist, rejisör, kurgu süpervizörü yâhut stüdyoda bizzat sunucu olarak...
Üstelik bu 29 yılın son 18 yılı boyunca Almanya’nın en büyük, ilk üçe giren, kanallarından birinin dış haberler dâiresinde program sorumlusu editörlük de etdim.
Bu arkadaşdan geçer not almak için başka neler yapmam gerekiyordu acabâ?
Kısacası, evet, televizyon ekranı köşeye benzemez ama gazete köşesi de kahvehâne köşesine benzemez. İleri geri zevzeklik mahalli değildir!
E, yâni...
***
Hazır kendimi övmeye başladım; ben yüzme de bilirim. Rahmetli Annem daha ben beş yaşındayken öğretmişdi.
Çok müşfiq bir kadın olduğu için bir gün Süreyyâ Plajı açıklarında tuttuğu gibi sandaldan denize fırlatdı; ben de can havliyle yüzmeye başladım.
O günden sonra Annemi daha da bir derinden sevmeye başlamışdım.
Mekânı Cennet olsun; akıllı ve pratik bir kadındı.
Meselâ Babam yüzme bilmezdi.
Üstelik baba tarafından bütün dedelerim de Bahriye zâbitleriydi...
Böylece Türkçülük târihinin en özenle saklanan sırlarından birini daha fâşetmiş bulunuyorum.
Allah taksîrâtımı affetsin!
***
Bugün son olarak behemehâl değinmek istediğim bir husus da şu:
Edirne Vâlîsi Dursun Şâhin adında biri Edirne Sinagogu’nu kapatmış...
Hayır, hayır, yanlış okumadınız; Dingo’nun Ahırı’nı kapatmamış... Zâten orayı öyle paldır küldür kapatabileceğini de sanmam. Yanılıp da öyle bir işe tevessül edecek olsaydı eş-dost araya girip âilevî münâsebetleri falan öne sürerek engel olurlardı.
Dediğim gibi, “seulement!” bir Mûsevî mâbedini kapatmış.
Bence İçişleri Bakanımız bu haberi alınca ağleb-i ihtimâl tenhâda bir iki göbek atıp böyle acar bir personele sâhib olduğu için iki rekât da şükür namazı kılmışdır.
Öyle ya, bu büyüğümüz mâdem ki böyle bir hünere mâlik, alıp sütre gerisinde bekletir ve hîn-i hâcetde kaşla göz arasında Ermeni ve Rum kiliselerinden de gözüne kestirdiklerini kapatı kapatıverirsin!
Büyük devletlerin ellerinde dâimâ böyle gizli birer süper silahları vardır.
Meselâ İsrâil’in elinde nükleer bombalar varsa bizim de Şâhin Beyimiz var.
“Süpersonik Şâhin”!!!
Yoksa “Süperkomik Şâhin” mi demeliydi?
Yüce Tanrım (virgül!) aklım fikrim Size emânet!!!