Milli Takım ilk golü yediğinde, ortada şöyle bir garip durum vardı... O ana kadar, İzlanda’ya karşı topa sahip olma oranında 65’e 35 gibi büyük bir farkla öndeydik. Ama ne yazık ki; bu fark bizi rakip kale önüne taşımada etkili/yardımcı/faydalı değildi. Kendi yarı sahamızda ve kendi aramızda, anlamsız ve amaçsız top çevirmelerle vakit geçiriyorduk. Top bizde ama, oynayan onllardı.
Orta ve uzun mesafeli pas ya da ortaların neredeyse tamamı, rakibe gidiyordu. Ya da onlar daha önce davranıp topa sahip oluyorlardı. Top kayıplarımız çok fazlaydı. Bu yüzden oyun kuramıyorduk. Uzun süre, kendi yarı sahamızdan çıkamaz olduk. Yediğimiz goller ikilendi.
***
Nerede Fransa karşısındaki oyunumuz, nerede İzlanda karşısındaki çaresizliğimiz... Erken gelen gollerle, büyük fark yemekten korkar hale geldik.
Neyse ki, devrenin sonlarına doğru; bir korner atışını Dorukan’la gole çevirerek, kötü gidişe bir dur deme fırsatımız oldu. Fakat sonrasında, renksiz ve çapsız oyunumuzun akış debisinde gene önemli bir fark yoktu. Sadece İzlanda biraz şaşırır, hatta sarsılır gibi oldu. Bu yüzden devre arasına umutla girdik.
***
İkinci yarıya; attığımız golün psikolojik katkısıyla daha istekli, daha canlı, daha agresif çıktık. Yusuf Yazıcı’nın da oyuna girmiş olmasıyla, ilk yarının silik görüntüsünden sıyrılmıştık. Hakan Çalhanoğlu’nun uzun ve çok sert serbest atışı, hepimizi gol diye ayağa kaldırdı. Anlayacağınız, toparlanmıştık. Üstelik tehdit eden taraf olduk. Pozisyonlar bulduk, gol kaçırdık.
Ne yaptıysak yenilgiden kurtulamadık. Keşke ilk yarıya da böyle istekli ve becerikli başlayabilseydik. Belli ki, çok şey değişirdi.
Yazık oldu!