Geçtiğimiz hafta İstanbul Adliyesi’nde görülmeye başlandı Mavi Marmara Davası. İsrail basınının neredeyse sansür denebilecek suskunluğundan çok da farklı değildi aslında Türk medyasının tavrı, sanki böyle bir dava yokmuş gibiydi genel tepkisizlik. Siyasiler de ilgisiz kaldı, davayı birlikte izlediğimiz AK Parti İstanbul Kadın Kolları Başkanı arkadaşım Avukat Özlem Topal’dan başka kimse yoktu politikacılardan. Gerçi bunun iyi bir yanı da var, dava herhangi bir siyasi partinin yedeğinde değil ama öte yandan dava en başından beri gerçek insanların küçük dünyalarından açılmış bir halde gidiyor. Katılan tüm genç avukatlara teşekkür ediyorum.
Davaya müdahil talebiyle katılan kişileri dinlerken bunu bir kere daha fark ettim ki, küçük dediğimiz şey, hakikati kurarken büyük olanı tarif eden şeydir aslında. Gemide İsrail askerlerince hunharca katledilen Fahri Yaldız’ın annesi mesela... “Ben evladımı görmeyen gözlerimle bir yetim olarak büyüttüm şimdiyse onun evlatları da yetim kaldı” derken hakimin oturmasını rica ettiği sandalyesinde aslında oturamadığını ama üst üste belki bin kere düşerken bile, tüm garipliği ve masumiyetiyle, sanki Gazze’yi taşıyordu duruşma salonuna. Gözleri görmüyordu gerçi, ellerini sürterek yürüdüğü duruşma salonunun tüm duvarlarını tek tek devirerek, küçük bir hikayenin içinden devasa bir dünya çıkartıyordu. Bunun bir vicdan duruşması olduğunu öğretiyordu “ŞİKAYETÇİYİM” derken... Gazze’yi görmeden de sevebilirdiniz evladınızı sever gibi. Bin gözlü bir kadındı çünkü anneydi.
***
Ve nezaket. “Bir cümle daha söylemek isterim müsaadenizle, vaktinizi aldığım için özür dilerim mahkemenizden” dediğinde Cevdet Kılıçlar’ın eşi. Ben dünyanın en büyük cümlesini bekliyordum kendisinden. “Benim eşim çok iyi bir insandı hakim bey” kadar naif, biricik, özel, apolitik bir cümle daha kurulabilir miydi bilmem. Cevdetle liseden beri arkadaşlarmış, severek evlenmişler. “O çok iyi bir insandı hayatında tek kişiyi incitmemişti, tek derdi Gazze’deki çocuklardı. Dökme Kurşun Operasyonu sırasında tam 20 gün çocuklarımızla birlikte sadece çorba içtik, sırf orada kıstırılmış, her şeyden yoksun bırakılmış, bombalar altında inleyen Gazzeli çocukları anlayabilmek için” diyordu ağlayarak ölümün acısını nezaketle şerefle taşıyordu.
Ve yerine geçebilmek. Davanın bana öğrettiği 3. önemli bilgi. Ancak gerçekten sevebilenlerdir sevdiğinin yerine geçebilenler. Müdahiller, dünyanın ve ülkemizin dört bir yanından kalkıp gelmiş katılımcılar, Mavi Marmara’da kaybettiklerinin yerine geçiyorlardı bu duruşmada. Tıpkı şehitlerin de Gazze’nin yerine geçebilmek için canlarını feda ettikleri gibi... Gemi garip ve tahmin edilmeyen bir şekilde hepimizi güvertesine çekmişti ve bunu sadece empati kelimesiyle açıklayamam, başka büyük bir şey...
Ve izdiham halinde ikram sağanağı. Ebrar. Dava bana iyiliğin ne olduğunu da fısıldayacaktı. Bunu sizlerle paylaşıp paylaşmamakta tereddüt ettim aslında. Davayı takip ettikten sonra geç saatlerde eve döndüğümde giderek artan bir kalp ağrım oldu, çok ağladığım için kendime de kızıyordum, şöyle güçlü olsam biraz. Furkan Doğan’ın yüzü gözlerimin önünden ayrılmıyordu hiç. Kunut dualarını müteakip garip bir şey oldu. Sanki usulca açılan bir pencereden bakıyormuşum, sanki o masum, o fedakar 9 şehit izdiham halinde yağan bir ikramla çok parlak bir şeyin içindelermiş gibi. Ilık bir selam sarkıyordu yeryüzüne sanki... Onlar şehit oldukları kadar, hakiki iyiliğin şahitleriydi.