Yakın ve uzak tarih kanlı ve acılarla doludur ama aynı zamanda bütün bunlardan üretilen bir tecrübe de vardır. Bazı devletler, bazı örgütler öldürse de katletse de dünyanın geri kalanı tarafından yadırganır ve bir şekilde durdurulurlar. İnsanlığın tecrübesi böyledir. Ne yazık ki artık “böyleydi” demek zorunda kalacağız. Zira, İsrail’in son Gazze saldırısı sadece alışılagelen bir ölüm makinesi gösterisi sunmuyor, aynı zamanda insanlığın zaten çok küçük olan ortak barış mirasının yok oluşunu ilan ediyor.
İsrail yönetimleri her zaman ABD ve Avrupa tarafından yüksek himaye görmüştü ama bu kadar limitsiz destek hiç olmamıştı. Katliamlara bu kadar kayıtsız kalındığı ve hatta teşvik edildiği dönem yaşanmamıştı. Gazze’de sadece bir dram değil insanlığın ortak tecrübesinden geri dönüş yaşanıyor. İsrail’e tanınan imtiyaz insanlığı felakete sürüklüyor
ABD (Obama) yönetiminin tek yanlılığı ve zaten kendisini ilgilendiren sorunlarda bile çaresizliği artık bir sır değil. Yeni olan, tek yanlılığı ABD’den çok aşağı kalmayan Avrupa yönetimlerinin bu kez seviyeyi daha da düşürmüş olmaları. Üstelik tepeden aşağıya; yönetimlerden medyaya, analistlerden entelektüellere kadar bütün branşlarda aynı kayıtsızlık görülüyor. Böyle bir tek seslilik veya trajediye karşı sessizlik, demokrasilere kesinlikle yakışmıyor.
Hiçbir ülkenin, gerekçesi ne olursa olsun her defasında çoğunlukla çocuk, kadın ve sivillerin kaybına sebebiyet veren bir saldırı yapma hakkı yoktur. Açık savaş hallerinde bile yoktur. Hem uluslararası hukuk hem de insanlık sonucu böyle olan saldırılara izin vermez.
İsrail, her defasında bu kuralın istisnası oluyor. Bütün saldırıları, yüzde yüze yakın sivil kaybına yol açsa da durdurulmuyor. Durdurulamıyor değil durdurulmuyor. Bugün ABD ve Avrupa başkentlerinde sergilenen teşvik edici sessizlik bilinçli bir tercihin izlerini taşıyor.
Bu yeni durumun arka planında İslam dünyasındaki “sıradışı” muhalif güçlerin tasfiyesiyle dünyanın geri kalanının daha huzurlu olacağını varsayan bir analiz olmalı. Suriye’de Esad’a dolaylı, Mısır’da Sisi’ye direkt destek veren ve genel olarak Arap Baharı’nı boğan yaklaşımın devamını Gazze’ye yönelik saldırıları görmezden gelmek tavrında yaşıyoruz. İslamofobiyi aşan bir nefret, Suriye’de ve Gazze’deki trajedileri büyütüyor. O insanların ölümünün dünyayı daha yaşanır hale getireceği gibi bir kabul zihinlere yerleşiyor.
Tamamen yanlış bir analiz...
Arap/İslam dünyası rejimleri ne kadar dirense ve Batı desteğiyle süreyi ne kadar uzatsa da demokrasi ve Arap Baharı’na dönüş kaçınılmazdır. Sancılı da olsa tarihsel akış bu istikamettedir.
Ortadoğu’da bir yandan İsrail eliyle, öte yandan Müslümanlar arasındaki gerilimle akan kanı umursamamak tamamen çıkarcı ve pragmatik tavırdan başka bir şey değildir.
Bir ahlak, sabır ve zarafet hikayesi olarak Sabri Bey
“Sabri Ülker’in Hayat Hikayesi”ni kitapçılarda en çok satanlar raflarının başında görünce, “örnek bir hayata bundan güzel bir ödül olamazdı” diye düşündüm. Hulusi Turgut, 1920’da Kırım’da dünyaya gelen ve iki yıl önce 2012 yılında 92 yaşında kaybettiğimiz Ülker’in kurucusu Sabri Bey’in hayat hikayesini yazdı. Sadece Sabri beyin değil, imparatorluktan cumhuriyete bir halkın, bir ülkenin hikayesidir bu. Düşünün... Göçle başlayan, baskı, dram ve mücadeleyle geçen yıllardan sonra Türkiye’nin en çok sevilen, en prestijli markasına; Cumhuriyet’in başarı öyküsüne dönüşen benzersiz bir macera...
Benzersiz zira; bir hayat hikayesi ancak hem bu kadar zor ve hem de pırıltılı olabilir...
Bolşevik ihtilalinden üç yıl sonra dünyaya Sabri Bey’in doğduğu sırada babası Hacı İslam Efendi komünist rejim tarafından sorgulanıyordu. O’nun ifadesiyle aile her gün Doktor Jivago’daki sahneleri yaşıyordu, birkaç kez Sibirya’ya sürgün edilecek kafileye girip çıkmışlardı. Hatıralarında, “Halkın ‘hocamızı bırakın’ diye hareketlenmesi sayesinde kurtulduk” diyor.
Kırım’dan başlayıp Çorlu’ya ulaşan; orada balkan savaşı dramını yaşayıp tekrar Kırım’a dönen; ihtilale yakalanan ve ardından 10 yıllık bir çabadan sonra İstanbul’da sadece 10 Ruble’yle başlayan bir hayat...
Kitap, Hacı İslam Efendi’den Sabri Bey’e, oradan da Murat Ülker’e ve ailenin bugünkü kuşağına kadar uzunan başarı öyküsünü anlatıyor. Her günü bir ahlak ve sabır dersi olan bu hayatları okudukça, itibar ve başarının asla tesadüf olmadığını; her iyi şeyin bir sebebi olduğunu anlıyorsunuz.
“Akşama babacığım unutma Ülker getir”le marşını bulan başarının her safhası bir felsefe dersi. Bugün, Murat Bey’le birlikte yeni kuşağın Ülker’i dünya çapında bir şirkete dönüştürme mahareti de o felsefenin tabii sonucu: “Çok çalışmak, sebat etmek ve zamana ayak uydurmak.”
Sabri Ülker, 50 yıl boyunca basına hiç çıkmamış, ilk basın toplantısında da yanındakilere dönüp şu cümleyi söylemiş: “Tencerenin kapağını açtık!”
Şimdi hayat hikayesi en çok satanlar listesinde olan bir tevazu abidesi için bundan daha şık bir medya analizi olamazdı.
Kitabı, sadece bir roman gibi sürükleyici bir hayatı okumak için değil, Cumhuriyet tecrübesiyle birlikte yürüyen siyasal, toplumsal değişim ve sanayileşme sürecini anlamak isteyenlere şiddetli tavsiye ediyorum.