Fakülte bitince yurt Da boşalır. Yetimler boş yurtlarda ranzalar ve dolaplar arasında kalmaya alışıktır. Ama yatağa yatınca soğuktan değil yalnızlıktan üşürsünüz. Bak şairlik olsun diye demiyorum. Bomboş yurtta hava nasıl olursa olsun yalnızlıktan bir titreme alır yetimi. O titremenin tek ilacı anne kokusudur ve yetim o kokudan mahrumdur. Ve devletin demirbaş listesinde anne kokusu yoktur.
“Gariban adamın sosyal bilimlerle işi olmaz. Gariban evladı aklı yetiyor, gözü kesiyorsa fen bilimleri, matematik okuyacak işin ucunu mühendisliğe veya doktorluğa bağlayacak hatta belki eczacılık okursun bir sermaye sahibi elinden tutar sen de keyfine bakarsın. Ama tarihmiş, coğrafyaymış bunları okudun mu bil ki açıktasın. Hem senin açıkta kalman başkasına benzemez. Sen yurtlarda büyümüş çocuksun. Sana ana baba yok, devlet var. Devlet de bir zamana kadar arkandadır… O kadar.”
Zehirden acı bu lafları yurt müdürümüz söylüyordu. Kime söylüyordu? Karşısına dikip bir saate kadar ayakta tutarak nasihat ettiği dal boylu, saçlarına bolca jöle sürmüş olan bana söylüyordu. Kendimi böyle “jöleli möleli” diye tarif ettiğime bakmayın. Kendimle ilgili bilgim o kadar sınırlıydı ki anlatamam. Sadece yetiştirme yurdunda büyüdüğümü, liseden sonra ise tarih bölümünde okumak istediğimi biliyordum. İşte müdür bey de beni karşısına almış, “Gariban adam sosyal bilimler okursa aç kalır” diyordu.
Annemin kokusundan mahrum büyümüştüm. Babam ise bırak kokuyu geride hiç bir şey bırakmadan Libya’ya çalışmaya gitmiş bir daha dönmemişti. Annem ben beş yaşımdayken göçmüştü yalan dünyadan. Annemden geriye hatıra olarak sakladığım bir oyalı yazma vardı. Biliyor musunuz eşyalar insanlardan çok yaşıyor. İnsanın eşyaya hükmetmesi tamamen hava civa, insan gidiyor eşya kalıyor geriye. Annemden kalan yazmayı belki annemin kokusu sinmiştir diye koklayarak uyurdum.
Tarih okumaya hevesim vardı. “Eski defterleri karıştırmayı seviyorum” diyordum. Esasen tarihte kaybolmaktan zevk alıyordum. Bir meydan savaşı hazırlığında, bir köprü inşaatında, bir Avrupa seferinde, uzak yerlerden gelmiş elçileri dinlerken kaybolmak. Yani tarihin koridoruna girip-sığınıp kaybolmaya deliriyordum. Ama bu durumu yurt müdürüne açıklayamadım. Onun her lafı bir taş gibi ağır olan nasihatlerine “tamam” dedim hep. Ama imtihanda tarih bölümünü kazanacak kadar puan alınca hiç tereddüt etmeden yazdım. Müdür Bey kendisini dinleyip sonra bildiğimi yapınca “Elimi senden çekiyorum” dedi ve benim hiç bir şeyimle ilgilenmedi. Ama biliyor musunuz yurtlarda yetişirseniz bilmeniz gereken şey yetimliğin yalnız oynanan bir oyun olduğudur. Okurken, uyurken, yerken, gülerken hep ama hep yalnızsındır. Ben de yalnızlığım dışında yoldaşım olmadan gittim tarih bölümüne kaydoldum.
Devletin eli her yerdedir. Yeter ki aramasını bil. Ve devlet yetimlere pozitif ayrımcılık yapar. Ama devletin şefkati biraz fillerin merhameti gibidir. Yapısı gereği fil merhametli olsa da nazik olamaz. Kalıbı ve tavrı kabadır fillerin. Devlet de öyledir. İmkan sunar ama nezaketi eksiktir. Zaten yetimler nezaketin anneleriyle beraber öldüğünü bilirler. Beklemeyince küsmüyorsunuz da...
Yurda yerleştim. Kitapları aldım. Ve yurdun etüt salonunda tarihin içinde kayboldum. Fakülteye derse gidiyorum. Dersten çıkıyorum. Bir tost bir duble çay, sonra gelsin okumak gitsin okumak. Şöyle anlatayım da daha rahat anlaşılsın. Tarihte mastır, doktora öğrencisine okutturulan kitapları da okumuş durumdaydım.
Ama kitaba verecek param yoktu. Ben kütüphaneleri didiklemenin sırrını öğrenmiştim. Bizim kütüphanelerimizde ancak ısrarcı tavukların bir noktayı gagalaması gibi didiklersen bir şeyler bulursun. Kitaplara demirbaş muamelesi yapan memurlar, ‘kitap kaybolmasın’ diye gerekirse rafta çürütürler. Çalışma salonları soğuk, kantindeki çay daha soğuktur. Ama burada da devletin huyunu bilmek çok işe yarar. Devlet her türlü kitabı alır ve gönderir. Ama o kitaplar memurların insafına terk edilmiştir. Hiç okur yüzü görmeden depoda da çürüyebilir. Rafa konup vatandaşın istifadesine de sunulabilir. Yeter ki memurun gönlü hoş olsun. Her aradığını bulursun.
Fakülteye yeni bir şeyler öğrenmek için değil öğrendiklerimin sağlamasını yapmak için gidiyordum. Ve o günlerde Emine’yi gördüm. Adı türkülü kendi kudretten sürmeli bir kız. Adını babaannesinden almış zaten babaannesi yaşasaymış ona ne kadar benzediğini görürmüş. “Babaannesine benzemekle iftihar eden kız kalmış mı şu yalan dünyada?” dememek lazım Allah ne Emineler yaratıyor.
Emine’nin babası bizim fakültede hocaydı. Öyle laf olsun diye değil “essah” bir hocaydı. Kitapları, makaleleri şöhretli, akademik camiada hürmetli bir ismi vardı. Ve ben Emine’nin sesine, soluğuna, en çok da duruşuna vuruldum. Emine rüzgara karşı duran tanesi bol başaklar gibiydi. Başağın dolusunun boynu bükük durur. Ama ne yaparsan yap kırılmaz, yıkılmaz bir duruştur bu. İddialı değil istikrarlı olmak gibidir. İddialı olanlar boş başaklardır onlar en ufak rüzgarda kırılır. İstikrarlı olmak ise öyle değildir. Emine de içi dolu başak gibiydi. Hocaların karşısında, arkadaşlarının arasında öyle dururdu ki karşısındakini ezmeyen, sıkmayan, rahatsız etmeyen ama varlığını hissettiren bir duruştu bu. Bence bu duruş ancak ana babadan öğrenilir. Devlet yetimlere bakabilir ama duruş belletemez. Duruş belletmek anneye babaya mahsus bir nimettir ki o nimetin devletin envanterinde yeri yoktur.
Emine bir kitap kurduydu ki sormayın. Ondaki matbuat malumatı benim diyen sahafta yoktu. Yani kim ne yazmış, ne zaman nerede basmış bilirdi. Babasının kızıydı yani...
Emine şiir gibi para harcardı. Emine baba parası nasıl yenir hepimize öğretiyordu. Emine yaz tatili başında patlayan pop şarkılar gibi para harcardı. Öyle pervasız öyle düzensiz ve öyle hızlı... Ama ben devlet bursu denilen ve akmasa da damlayan gelirimle ancak karnımı doyurup geri kalanını kitaba yatırarak ayakta kalabiliyordum. Emine ise benim bir aylık bursumu tek seferde yiyordu.
Bu arada Emine’nin babasıyla tanıştım. Hocamız beni pek sevdi. Okuma hızıma ve tarzıma hayran kalmış Hoca. Emine ise babasının hayran kaldığı her şeye bir de kendi hayran olan kızlardandı.
Fakülte bitme aşamasına gelmişti. Mezun olanlar iş bulamıyordu. Ne olacaksa olacaktı. “Hele fakülte bitsin” dedim. Okudum, yazdım sonunda fakülte bitti. Fakülte bitince yurt da boşalır. Yetimler boş yurtlarda ranzalar ve dolaplar arasında kalmaya alışıktır. Ama yatağa yatınca soğuktan değil yalnızlıktan üşürsünüz. Bak şairlik olsun diye demiyorum. Bomboş yurtta hava nasıl olursa olsun yalnızlıktan bir titreme alır yetimi. O titremenin tek ilacı anne kokusudur ve yetim o kokudan mahrumdur. Ve devletin demirbaş listesinde anne kokusu yoktur.
Fakülte bitti. Ben iş aramaya başladım. Yurt idaresi beni iki ay idare etti. O iki ayda kahvaltı ile öğle yemeğini birleştirdim. Akşam yemeğini ise yatmaya yakın bir simitle geçiştiriyordum. Simidin tokluğu geçmeden yatağa giriyordum. İş aradım ama bulamadım. Karnım aç, aklım Emine ile ve Emine sebebiyle karışıktı. Yurt idaresinin sabrı da tükendi ve ben yurttan ayrılıp otobüs terminalinde kalmaya başladım. Kimseye gidip durumumu anlatmadım. Bir yolcu gibi bankların üzerinde hayatın bana kestiği bilete razı olarak yaşadım. Açlık insanı yormuyor da evsiz olduğunu bilmek insanı panik atak yapıyor. O panikle iş aradım durdum. Sırtımda çanta gezmediğim kurs, özel okul, dershane kalmadı. Sonunda iş müracaatı için gittiğim ve asansör bozuk olduğu için en üst kata yürüyerek çıktığım bir dershanede iş görüşmesi yaparken bayılmışım. Açlığın sizi nerede teslim alacağını bilemiyorsunuz. Dershanedekiler başıma toplanmış, kolonya falan derken biraz kendime geldim. O sırada öğretmenlerden biri beni tanıdı. Fakültede sınıf arkadaşımız olan ve en önemlisi Emine’nin de sıkı arkadaşı olan Yeliz beni kantine götürdü. Kaç tane tost yediğimi hatırlamıyorum ama Yeliz’in beni seyrederken gözlerinden iki damla yaş süzüldüğünü gördüm. Karnım doyunca başka şeyleri de gördüm. Dershane kocamandı. Öğrencisi çoktu ve çok iyi tost yapıyorlardı. Biz kantinde otururken kim geldi haydi bilin?
Emine!
Açlık kadar inatçı sevdam; Emine.
Açlığımın çaresi bir tost iledir. Peki Emine derdini ne ile tımar edecektim? Emine derdime çare yoktu. Emine beni görür görmez sarıldı ve ağlamaya başladı. Meğer Yeliz benim açlıktan içim geçtiğini falan hepsini anlatmış. Emine babasından bellediği ne kadar otoriter laf varsa hepsini sarf ederek bana bir plan çizdi. Ben o dershanede işe başlayacaktım. Babasının hatrını kırmazlarmış. Derslerden arta kalan zamanda babasının yanında mastıra başlayacaktım. “Ondan sonra da gelir seni babandan isterim” diyemedim. “Sağ ol Emine...” dedim. “... Çok sağ ol.”
Ve Emine’nin benim için çizdiği plana sadık kaldım. Okudum, yazdım sonra fakültede babasının yanında asistan oldum. Babası asistanlığımı beğenmiş olacak ki beni damat olarak transfer etti. Şimdi fakültede odası olan bir hocayım. Gariban bir öğrenci gördüğümde sosyal bilimmiş fen bilimiymiş ahkam kesmiyorum. “Kariyer planın yoksa da istikametin olsun. Siz çalışmanıza bakın Allah size ‘Emin(e)’ bir yerden kapı açar” diyorum. Sonra da bana açılan kapı olan Emine’yi düşünüp şükrediyorum Mevla’ya…