Filmekimi’nde gösterilecek Düşler Diyarı yılın en başarılı filmlerden biri. Cannes’da konuştuğumuz yönetmen Benh Zeitlin, 2 milyon dolarla çektiği Oscar adayı filmi anlattı.
DÜNYADA yılın yönetmeni sayılır. İlk filmi Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild ) ile 2012’ye başladığı hızla devam ediyor. Sundance’te dramatik film dalında Büyük Jüri Ödülü’nü kazandı. Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış Bölümü’ndeki filmler arasından FIPRESCI Ödülü’ne layık görüldü. Ve Cannes’da bütün bölümler arasındaki en iyi ilk filme verilen Altın Kamera’yı kazandı! Eleştiriler övgülerle dolu. 27 Haziran’da ABD’de gösterime çıktı ve yaklaşık 11 milyon dolar hasılat yaptı. Bu kadar sanatsal bir bağımsız yapım için gişede oldukça başarılı oldu. Oscar adayı olması da bekleniyor. Başrollerini 6 yaşındaki bir kız çocuğu (seçildiğinde 5 yaşındaydı şimdi 9 yaşında) ile bir fırıncının üstlendiği bu filmde öyle bir enerji var ki tarif edilmez, izlenir ancak. Benh Zeitlin de büyük umutlar veren bir yönetmen.
-Filminize, bir tiyatro yapıtını temel almanızdan başlayalım mı?
Benim girişimimle ortak paydaları olan üç ayrı projenin kesişme noktasından oluşuyor. Ben filmin geçtiği yerde folklorik amaçlı bir gezi yapmıştım 2006 yılında. New York’a döndükten sonra mıknatıs gibi oraya çekildiğimi hissettim ve Louisiana’ya yerleşmek istedim. Yeniden sel bassa ne olur diye aldırmadan orada yaşama azmini gösterenler hakkında bir film yapmak istedim. Aynı dönemde dünyanın sonu geldiği sırada babası hastalanan bir oğlan çocuğu üzerine bir oyun yazıyordum. Aynı şeyin iki ayrı tarafını yazdığımı fark ettim. Babasını kaybetmek üzere olan bir çocukla yuvasını kaybetmekte olan bir cemiyetin öyküsü arasında bağ kurdum.
-Filmi izlerken özgeçmişinizi merak etmekten kendimi alamadım. Amerika’da bağımsız sinemasında bile hiç sisteme karşı film olmaz. Bu filmi kendi geçmişinizle ne derecede özdeşleştiriyorsunuz?
Annemle babam halkbilimciydi, halk masallarının, dede ve ninelerden torunlara aktarılan, kamp ateşi etrafında anlatılan öykülerin önemli olduğu dünyadan geliyorlar. Gerçek dünyanın kavramları, halk kültürü, organik kültür bir tür şiir oluşturuyor. Bence bir filmi bu elementlerle yaratabilirsiniz. Bu Hollywood’un film yarattığı sistemin çok dışında. Umarım insanlar aradıklarından çok daha ilginç bir yer bulur ve bu yer onların umduklarından çok daha ilginç bir nefes solumalarını sağlar.
-Robert Flaherty’nin Louisiana Story’sini referans aldınız mı filminizde?
Harikadır belgeselleri. Ama benim üzerimdeki en büyük etki Kusturica’nın filmleridir. Benim hissettiğim gibi mekanın filme katılımını yansıtan tek sinema onunki. Bana en çok ilham verenler usta yönetmenlerin ilk ya da ikinci filmleri oldu. Miloş Forman’ın İtfaiye Balosu, Scorsese’nin Arka Sokaklar’ı... Bu filmler öyle pürüzlü ve kaba hatlı ama öyle enerji ve tutku dolular ki nasıl bir umutsuzlukla çekildikleri filmin içine sızıyor.
MODERNLİKTEN KOPMUŞLAR
-İnsanın da bir hayvan olarak algılanması, bir kabile gibi yaşayan bu küçük topluluğun şehirlerde alışık olunmayan doğal yöntemlerle hayatta kalması filme katkıda bulunan yaratıcıların fikri mi yoksa mekan size bunu empoze mi etti?
Filmdeki gerçek bir mekan değil, set. Birçok farklı kültürün ve fikrin kolajı. Louisiana’da çekim yaptığımız adadan yola çıktık. Orada tamamen Fransızca konuşan Amerikan yerlisi bir toplum yaşıyor. Moderniteden kopmuş durumdalar, tarım ve balıkçılıkla geçiniyorlar. Kendilerine yetiyorlar. Son yıllarda nüfusları 200 aileden 20 aileye düşmüş zorluklar yüzünden. Nineler ve dedeler sadece Fransızca konuşur torunlar sadece İngilizce bilir hale gelmiş. Bentler yapılırken bu toplumu korumak pahalı gelmiş. Kapitalist toplumda katma değerleri yok! Bentler burada hem çevresel hem toplumsal bir çöküntü yaratmış.
-Filmin Katrina Kasırgası’nın yarattığı felakete açık göndermeleri var ve sanırım politik bir altmetni de...
Benim için sadece Katrina değil fırtınalar dizisiydi önemli olan. İki yılda bir kasırgaların kopacak ve bu yıkıma yol açacak olmasıydı. Durup bir yere bakıyorsunuz ve doğa orayı alıp götürmek istiyor. Spesifik biçimde gerçek olaylara dayalı olmasından kaçındım. ABD’de biri Katrina’dan her söz açtığında konu politikaya dayanır. George Bush, Ronald Reagan, hükümet, petrol tartışılır. Bunlar çok önemli konular ama insanları bölüyor, belgesel yapıp farklı görüşleri sunsanız bile. Ben insanın evini kaybetmesinin nasıl bir duygu olduğuna dair evrensel bir film yapmak istedim.
-Yönetmenliğe yaklaşımınızı merak ediyorum. Kameranın ardındaki kişinin tutkusunu hissediyorsunuz!
Galiba ben futbol koçu gibi yönetmenlik yapıyorum. “Aksiyon!” diye bağırıyorum, insanları harekete geçirmeye çalışıyorum, çekimden önce herkes birbirine giriyor, ateşi fitilliyoruz. Filmi izleyenlere fiziksel olarak hissettirmek, yaşadığımız yoğun fiziksel deneyimi aktarıyoruz. Tamamı gerçek mekanda çok zor koşullarda çekim yaptık. Asla şikayet etmiyorum, filmi tam da böyle yapmayı tasarladık. Herkesi fiziksel olarak canlı ve hazır tutuyor.
HUSSPUPPY’Yİ DÖRT BİN KIZ ÇOCUK İÇİNDEN SEÇTİK
Hushpuppy rolü için kaç çocuk oyuncu denediniz?
Dört bin! Bir film yapacağımızı ve altı yaşında bir kız çocuğuna başrolü verme kararı açıkladığımız andan itibaren herkes aptalca bir seçim yaptığımızı düşündü. Biz de Quvenzhane gibi birini bulabileceğimizi hayal etmemiştik. İnanılmaz bir yetenek. İçinden fışkırıyor. Karakterin asıl hali böyle değildi. Quvenzhane’de çocukların o mızmız hallerinden eser yoktu. Babasına ilaç vermesi gereken sahnede hepsi gidip “İlacını alsanaaa, alman laaaazım” diye mızmızlanıyordu. O gidip “Bu ilacı alacaksın!” dedi. Öyle bir yoğunluğu ve ciddiyeti vardı ki değil onun yaşındakilerden 9, 10, 11 yaşındaki çocuklarda bile görmedim. Bu karakterin bütün duygularını o yansıttı, izleyicilerin bunu bilmesini istiyoruz!