Cannes, Nice ve Monaco dünyanın en zengin insanlarının yaşadığı, jet sosyetenin tatilini geçirdiği bir bölge. Bakalım biz neler göreceğiz bu zenginliğin parıltısının altında...
Milli takımımız EURO 2016’ya katılıp İspanya ile maç yapınca, Digitürk de bizi davet edince gidelim destek verelim istedik. Fırsat bu fırsat dünyanın en zenginlerinin yaşadığı, jet sosyetenin yazları geçirmek için uğrak yeri olan Cote D’Azur, diğer ismiyle Fransız Rivierası’nda da küçük bir gezi yaptık. Cannes, Nice ve Monaco’yu kapsayan bu gezi parıldayan güzelliğin altından kusmaya başlayan karanlığı da görmemize sebep oldu.
Uçakla indiğimiz şehir Fransa’nın en kalabalık beşinci şehri olan Nice’ti. Cote D’azur bölgesinin başkenti de sayılan Nice daracık sokakları, tarihi ve birçok kültürün buluştuğu bir şehir olarak özel bir yer. Güney Fransa’daki birçok şehir gibi upuzun kumsalları, sokak aralarındaki küçük kafeleri ile sıcak bir atmosfere sahip. Büyük bir şehir olduğu için de sadece bir zümrenin etkisinden daha çok halk şehri denebilir. Daracık sokaklarında yürürken karşınıza çıkan kasaplar, balıkçılar ve çiçekçiler lüks mağazaların o snob havasından çok daha hoş karşılıyor insanı. Hatta bazı yerlerde İstanbul’un kaotik ama sıcak atmosferiniyakalayabilirsiniz bu güzel şehirde.
İlk yerleşim bölgesi
Bölgenin bir diğer özelliği de tarihi. Nice şehrinin üzerinde bulunduğu topraklar insanlık tarihinin ilk yerleşim bölgesi olarak kabul ediliyor. M.Ö. 350 yılında Yunanlılar tarafından ele geçirilen şehir zafer tanrısı Nika’dan ilham alınarak Nikaia olarak isimlendirilmiş. Zaman içinde Nice ismini almış. Stratejik konumu ve limanı sebebiyle birçok kez kavimler arasında el değiştirmiş. Hatta Osmanlı İmparatorluğu bile uğramış bu şehre. Barbaros Hayrettin Paşa eski şehri kuşatmış ama ele geçirmeye muvaffak olamamış. Birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi Türk korkusu burada da hissediliyor. Nice’in en hareketli sokaklarında yürürken bir evin duvarında yapıştırılmış bir gülle görüyorsunuz. Efendim Osmanlı topçuları şehri döverken o gülle orada kalmış halk da bu kötü günleri unutmamak için o gülleyi bir anıt olarak saklamış. Daha böyle çok hikaye var.
Biz Fransa’ya yola çıktığımızda İngiliz taraftarları ile Ruslar birbirine girmişti. Onun için biraz da merakla şehirdeki çeşitli ülkelerin taraftarlarının nasıl hareket ettiklerini gözlemlemek istedim. Açıkçası İngilizler yine alkol duvarlarını aşıp bulundukları kafelerde tezahüratlarıyla yeri göğü inletiyorlardı. Özellikle maçlar oynanırken bütün kafelerin ağzına kadar dolup taşması ve stattaki rekabetin sokaklarda hissedilmesi heyecan vericiydi. Bizim Milli Takımımız yeni yapılan Nice stadında İspanya ile karşılaştı. Hiç iyi anılarımız olmadığı için bu maçı es geçiyorum ve Cannes’a doğru yoluma devam ediyorum.
“Gece bambaşka bir dünya ile karşılaştım. O parıltılı insanlar beş yıldızlı otellerine dönmüş
sokaklar evsizlerin olmuştu.”
Cannes’ın görünmeyen yüzü
Cannes benim oldum olası sevemediğim bir şehir. 20 kilometrelik bu şehir bir Akdeniz kasabasının sıcaklığına sahip değil. Bütün her şeyini Cannes Film Festivali ve onun yarattığı zenginliğe borçlu. Zaten sahil caddesi dışında çok da görülecek bir yeri yok. Bu caddenin üzerinde ünlü oteller ve mağazalar var. Özellikle yemek konusunda dikkat etmek gerekiyor. Çünkü İtalyan mutfağının tersine Fransız mutfağı Türk damak tadına çok da uymayan bir tarzda. Pizza veya spagettiden daha çok çilek soslu ördek, kremalı kuşkonmaz çorbası, patlıcan lazanyası gibi yemeklerin olduğu lüks lokantalar var. Tabii bunlardan kaçınmak için bizim gibi kaldığınız beş yıldızlı otelin kazık fiyata verdiği kulüp sandviçi de yiyebilirsiniz. Yine caddeye dönersek gündüzleri parlayan güneş, yemyeşil palmiyeler ve sapsarı bir kumla bezenmiş masmavi Akdeniz’in sizi alıp götürmesine izin verebilirsiniz. Güzel kadınların, son model arabalarıyla hava atan zengin gençlerin yarattığı bir topluluk var gündüzleri sokaklarda. Gündüz böyleyken gece bir tur atmak istediğimde ise bambaşka bir dünya ile karşılaştım. O parıltılı insanlar beş yıldızlı otellerine dönmüş veya lüks barlarda gecenin son içkilerini içerlerken sokaklar göçmenlerin veya fakirlerin olmuştu. Kaldırımın sert taşlarında küçücük çocuklarını önlerine yatırıp birkaç Euro için el açanlar kadar insanı şok eden bir şey yok. Büyük metropollerde alışılmış olan bu durum Cannes gibi çok küçük ve inanılmaz lüks bir yaşamın sürdüğü yerde insanın yüzüne buzlu su gibi çarpıyor. O zengin insanlar gitmiş dilenciler ve hayat kadınlarının resitali başlamıştı Cannes’da. Bu resital canımızı yakarken hemen birkaç gün önce göçmen Müslüman çocuklara para atarak eğlenen İngiliz taraftarlar aklıma geldi. Avrupa’nın kendi yarattığı bu çifte standartla kendi insanlığını törpülediğini düşündüm.
Lüksün başkentinde sefalet
Son günümü ise Monaco ve onun dört mahallesinden biri olan Monte Carlo’da geçirdim. Bu hep karıştırılıyor. Monte Carlo ayrı bir şehir değil. Monaco’nun bir mahallesi ve bilindiği gibi kumarhanesiyle ünlü. Monaco, Fransa’nın içinde başka bir ülke. Kendi bayrağı, plakası olan ve vergi cenneti kabul edilen bir yer. Buranın sosyal yaşamı gerçekten dünyanın en zengin insanlarının yarattığı bir hayat. Monaco’yu gezerken Monacolu kimsenin şehirde olmadığını anladım. Lüks mağazalarda çalışan ve başka şehirlerden gelmiş insanlar var hep. Sokaklar hizmet sektöründe çalışan bu insanlar ve oraya gelen turistler tarafından doldurulmuş. Yaşam standartı o kadar yüksek ki bizim şehirlerde gördüğümüz araba satan galeriler yerine buradaki bazı galeriler uçak satıyor. Bildiğiniz uçak resimlerini dükkana asmışlar ve birileri gelip onları satın alıyor. O zaman düşündüm ben aslında Monaco’nun sadece dağını taşını görüyorum. Asıl Monaco’yu bizim görmemize imkan yok. Gelen turistler için bir illüzyon yaratılmış. Bu illüzyonun temel taşlarından biri de Grace Kelly tabii. Bütün dünyaya bir peri masalı yaşatan Grace Kelly’nin dramatik hikayesi bu illüzyon için çok önemli olmalı. Kızı Stephanie’nin yaptığı araba kazasında hayatını kaybeden bu güzel kadının mezarına da gittik. Bir beyaz zambak ve kabrinin başındaki gelinlikli resmi iç acıtıyor. Sonra Kelly’nin evinin önünden geçtik, sarayları, kliseleri gezdik. Egzotik bitkilerin olduğu özel bahçeden geçerken bizi çok şaşırtan birşey gördük. Aynı bizim parklardaki gibi bir gelin ile damat bahçede resim çektiriyorlardı. Her şey farklı ama bu aynıydı. Gülerek oradan uzaklaşıp yemek için Cafe De Paris’e gittik. Yine hiç damak tadımıza uymayan Fransız menülerinden seçim yaparken bizim gibi bütün turistlerin son duraklarının orası olduğunu anladık. İllüzyonun kapanış noktasıydı bu da bizim adımıza Monaco’yu tanıma çabamızda. Fransa’da Cezayir veya Fas kökenli insan çok derler ama bu aslında daha çok Paris ve çevresi için geçerli. Güney Fransa daha homojen bir yapıya sahip. Üst tabaka böyle bir kozmopolitliği istemiyor çevresinde. Yani bu anlamda Fransız Rivierası tam bir yürek yarası.