İlginçtir: İslam tarihinde kendisinden en çok korkulan şeylerden biri olan “fitne” aynı zamanda kendini en çok tekrar eden sorunlardan biridir.
Fitnenin kaynağı ise, İslam toplumuna dışarıdan yapılan müdahalelerden ziyade, Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflardır. Hz. Ali ve Hz. Ayşe’yi karşı karşıya getiren, Ali taraftarları ile Muaviye taraftarlarını savaştıran güç, karanlık“dışmihraklar” değil, iktidarı kimin hak ettiği sorusu üzerinde çıkan ihtilaftır mesela.
Aslında ihtilaf, yani anlaşmazlık, tabii bir insani durumdur. Kaçınılmazdır. Ama ihtilafı mutlaka çatışmaya, iç savaşa çevirmek... İşte o bir tercihtir. Daha doğrusu, bir zihniyettir.
Örneğin, her ihtilafın mutlaka “hakkın galip gelmesi” ile çözülmesi gerektiğine inanan bir zihniyet, ihtilafları kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüştürür. Çünkü “hak galip gelmeli” cümlesinin altında yatan alt-metin “hak bendedir” varsayımıdır çoğu kez. Bir ihtilafın her iki tarafı da böyle düşündüğünde, her ikisi de sonuna kadar mücadele eder. Geri adım atmaz, attırmaz. Atmaya kalkanı da zayıf, korkak ve hatta hain olarak görür.
Peki ama bu çatışmacı hakperestliğin alternatifi nedir? Hakkın varlığına inanmamak mıdır? Mutlak bir rölativizm içinde, “herkes kendince haklı” deyip geçmek, hiç bir iddia sahibi olmamak mıdır?
Bunu savunan rölativistler var. Ancak ben öyle düşünmüyorum. Mutlak haklılık iddiası ile “hak yoktur” nihilizmi arasında daha doğru ve sağlıklı bir üçüncü yol görüyorum:
“Hak vardır; ben de ona ulaşmaya çalışıyorum. Ama başkaları da başka türlü düşünebilir, farklı açılardan yürüyebilir” demek...
Yani hakkı kendi arkasına almak değil de, daha mütevazi bir tutumla, kendi dahil herkesin üzerine koymak.
Yahut, Üstad Bediüzzaman’ın çok sevdiğim ifadesiyle, “benim mesleğim (meşrebim) güzeldir” demek, ama “tek güzel meslek benimkidir” dememek.
İhtilaf durumlarında ise, o ihtilafı çatışmaya dönüştürmemek, ihtilaf düzeyinde bırakıp yola devam etmek. Amerikalıların hoş ifadesiyle “anlaşmamaya anlaşmak”...
Kavga ve yumruklar
Bu teorik lafları etmemin sebebi, kuşkusuz, şu an Türkiye’nin iki ayrı muhafazakar cenahını birbirine düşüren tatsız kavga.
Sayın Arınç önceki gün bunu bir “fitne” olarak tanımladı ve “fitne ateşinisöndürme” çağrısında bulundu.
Sevindim. Çünkü ben de, bu kavga daha gerilim düzeyinde ortaya çıktığından beridir, onu alevlendirmeye değil söndürmeye çalışanlardan olmaya gayret ediyorum.
Ancak iş kötüye gidiyor. İki cenahın da keskin kalemleri, bilhassa tweetçileri, giderek derinleşen bir öfke ve husumet girdabı kazıyor her gün. Zararı ise her iki taraf birden görüyor.
Böyle gittikçe, “kavgada yumruk sayılmaz” dendikçe, “fitne” derinleşiyor.
Bu ateşi söndürmek için, evvela, “uzlaşı”ya doğru niyet ve hareket etmek gerek. Her iki tarafın da atabileceği adımlar var.
Daha uzun vadede ise, “demokrasi” dediğimiz sistemi (onun da özgürlükçü olanını, “çoğunlukçu” olanını değil) oturtmak gerekiyor.
Beğenmediğimiz Avrupalılar, kendi “fitne”lerini öyle çözdüler. Birbirleriyle asırlarca kapıştıktan sonra, bir dizi demokratik ilkeüzerinde anlaştılar:
Devlet, seçilenlerce yönetilmeli... Bürokrasi, profesyonel ve objektif olmalı... Sivil toplum, hür teşebbüs ve serbest piyasa, keyfi müdahaleden korunmalı... Birey haklarına asla dokunulmamalı...
En sonunda sanırım biz de bu esaslar üzerinde anlaşıp huzura kavuşacağız.
Ama hala uzlaşıyla çözülebilecek ihtilaflar üzerinden çatışmaya ve birbirimizin canını lüzumsuz yere yakmaya devam ediyoruz.