Zor anlarda sizi neyin ya da kimlerin koruyacağına dair bir fikriniz yoksa, o anlar geldiğinde bunu düşünecek ya da bulacak zamanınız zaten olmaz. O an rüzgar nereden esiyorsa onun önünde savrulur gidersiniz.
Kodları bozulmuş bir coğrafyada, her şeyi sil baştan inşa etmek mümkün olsa, her şey ne kadar kolay olurdu. Ne böyle bir şey mümkün, ne de bu coğrafyanın kodlarını yeniden yazacak bir umut var ortada.
Gerçekle aramızdaki mesafenin bu denli kısa olması can yakıcı. Ancak hal böyle. Yakıcı gerçek, oracıkta kendisini kabullenmemizi bekliyor tüm acımasızlığı ile.
Önümüzdeki dönemin zorluğuna dair bir fikrimiz olsun diye örnek arıyorsak, yanı başımızda ya da biraz ötemizde onlarcası var. Her geçen gün daha yakıcı hale geliyorlar. Bunlar karşısında neye ne kadar hazır olduğumuz bir yana, içinde sürüklenmeye bu kadar gönüllü görünmek bile can sıkıcı.
Tuzaklarla örülü bir coğrafyada, üstelik o tuzakların sahibiyle hesaplaşmanın daha başındayken, yeniden kendi içimizde çekişme ya da çatışmaya gönüllü yazılmak; sizi yeniden ve nedense kolayca o bataklığa çekmek isteyenleri memnun etmek akıl alacak gibi değil.
Siyasi sınırlarımızda değil, gönül coğrafyamızda hareket etmenin umudunu taşırken, dünün kısır ve her haliyle zavallı anlayışlarını hatırlatan resimler vermek niye.
Bir şekilde bugünleri yaşayacağız diyerek kendimizi rahatlatmak istiyoruz. Olacaktı, eninde sonunda bunları görecektik diyerek. Gerçek bu olabilir. Ama bundan fazlasını bekleyenlerin umutları ne olacak. Kardeşin kardeşi kırmasına set çekmek için attığımız adımları, dökülen gözyaşlarını ve verilen emeği kolayca bir kenara bırakacaksak, bunca umudu neden verdik bu coğrafyanın mazlumlarına.
Biliyorum. Şimdi hangi tuzaktan söz etsem, karşıdakinin ne yaptığından, onun aslında şöyle ya da böyle olduğundan söz edilecek. Heyhat. Eğer burada, kendi içimizde, kalbimiz olduğunu hatırlayarak konuşmayı başaramazsak, mesela önümüze çıkan ve daha da çıkacak olan tuzaklardan nasıl korunacağız?
İşte karşımızda örneği. Kendi mezhebini ve din yorumunu, herkesin önünde ve ötesinde gören, yıllardır bunu ilmek ilmek örerek, nerede kendisine mezhepdaş ve yandaş bulursa onun üzerinden yayılmacı emellerini gerçekleştirmek isteyen İran. Diğer yanda ne topraklarında, ne de bölgesinde hak, adalet ve özgürlükten zerre kadar nasibi olmayan Suudi Arabistan ve ona benzeyen yandaşları. Şimdi bunların kavgası üzerinden mi gelecek inşa edilecek? Al birini vur ötekine deyip geçsek olurdu elbette. Lakin gelinen nokta vahim. Hem de camileri ve mescitleri bombalayıp onlarca masumu katletmenin neredeyse sıradan hale geldiği, ne oluyor diye sormadığımız kadar vahim.
Bu kavganın, kavgada kullanılan dilin, bunun üreteceği karanlığın başımıza neler getireceğini iyi düşünüp ona göre hareket etmek, ‘Atla giden attan insin, koşan yürüsün, yürüyen dursun, duran otursun’ diye tarif edilen ‘fitne’den uzak durmak vaktidir.
Bugüne kadar bunca hamleye ve operasyona rağmen dışında kaldığımız, kaldıkça izzet ve itibar kazandığımız ne varsa, onları yapmak; gücümüz yetmiyorsa sakin olup ateşin altına odun atmamak. Bu kadarını beklemek hakkımız olsa gerek.
Vesveseden uzak durmak. Kolay değil, ama nasıl. Hz. Mevlana’nın tarifiyle ‘Vesvesenin ağzını bağlayan, ancak aşktır. Yoksa vesveseyi kim bağlayabilmiştir ki?’ Kimbilir, belki...