Amerikan Merkez Bankası’na (Fed) üç yeni üye atandı. Bunlar, Lael Brainard, Stanley Fischer ve Jerome Powell. Tabii biz Stanley Fischer’i iyi tanıyoruz. 2005-2013 yıllarında İsrail Merkez Bankası Başkanı olan Fischer, Başkan Janet Yellen’in yardımcısı oldu. Fischer, birçok açıdan simge bir isim...
Sovyetler’in çökmesinden sonra, ‘tarihin sonunun’ geldiğini ilan eden Fukuyama gibi ‘düşünürlerin’ bir alt modeli olarak dünyanın her tarafında piyasaya sürülen teknokrat, akademisyen, yazar ve ‘din adamları’ ile doldu etrafımız...
Bunlara göre, tek bir mutlak gerçeklik vardı; kapitalizm... Ve herkes bu mutlak gerçekliği kabul etmek, ona uygun politikalar, araçlar ve insanlar geliştirmek zorundaydı. Yoksa Fukuyama’yı tamamlayan Samuel Huntington’un tespiti geçerli olacaktı; yani ‘medeniyetler çatışması... Hungtington’un tezi, tam da doksanlı yılların ekonomik ve siyasi krizinin, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin üstüne bir kara bulut gibi çöktüğü yılda, yani 1993 yılında Foreign Affairs Dergisi’ndeki makalesinde yer aldı. Huntington, İslam Medeniyeti coğrafyasını Doğu Avrupa’dan başlatıp Orta Asya ve Güney Asya’ya kadar olan ülkelerle anlatıyordu. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu büyük coğrafya çatışmanın temel alanlarından biriydi.
Ancak tabii ki burada bir çatışma ve ittifak diyalektiği vardı. Bunun için medeniyetler çatışması tezi ile medeniyetler ittifakı ya da dinler arası diyalog tezi arasında bir fark yoktur. Sonuçta, Fukuyama’nın sonuna hepimiz gelecektik; yani üstün olan Batı Medeniyeti ya ittifakla ya da çatışmayla ‘diğerlerine’ kendi baskınlığını kabul ettirecek ve insanlık böylece nihai huzura erecekti.
Batı hakimiyeti çabası olarak: Diyalog
Buna bağlı olarak, başta üç semavi dinin en sonuncusu en gelişmişi olan ve bu dünyada adaleti, barışı -ümmet- sağlama iddiasını taşıyan İslam, diğerleri gibi yalnız bireyin vicdani içine çekilmeli ve siyasi alandan uzaklaşmalıydı. Bunun için Papa’nın gidip elini sıvazlayacak sözüm ona ‘dini’ liderler çıkmalıydı İslam içinden ki, medeniyetler -dinler- arası diyalog başlasın.
Bu, Batı hakimiyeti çabası, doksanlı yılların hemen başında Ortadoğu coğrafyasında ‘ılımlı İslam’ diye bir kavramı ortaya çıkardı. Daha sonra bu kavram Huntington’un diyalektiği gereği -medeniyetler çatışması- medeniyetler ittifakı-dinlerarası diyoloğu öne çıkaran, İslam ambalajlı ama özünde seküler yapılar marifetiyle bir ideolojiye dönüştürüldü. Tabii bu ideolojinin her alanda -ekonomiden siyasete, sosyolojiye kadar olan tezleri neoliberal öğretilerin üzerinde geliştirildi. Bu tezlerin yayıcısı ve liderleri, ideologları Fukuyama’nın ve Huntington’un çocukları olarak, bütün İslam ve Asya coğrafyasında boy göstermeye başladılar. Ama bunların ataları, Batı’da liberal öğretinin Smith’den Locke ve Hobbes’a kadar uzanan düşünürleridir ama babaları da Fukuyama ve Huntington’dur.
Fischer ve Derviş...
İşte Fischer bunların ekonomi alanındaki İsrail versiyonudur. Bizde de bunun ‘din adamı’ versiyonunu tabii tahmin ettiniz.
Derviş de tam buraya uyan bir örnektir. Mesela Fischer’in bu bağlamda geliştirdiği tezler, doksanlı yılların krizinde kıvranan Türkiye gibi ülkelerin Batı tarafından soyulmasına hizmet etmiştir. İnanın ben her merkez bankası tartışmasında, Merkez Bankası Başkanı’nın ‘ne yapayım, kur ile enflasyon arasındaki geçişkenlik çok büyük, kuru da ancak faizle kontrol ediyorum, enflasyon hedeflemesi yapmam için, ne yazık ki, faizi dünya ortalamasının üzerinde tutmam lazım, yoksa hedef tutmaz’ diye boynunu bükerek açıklama yapmasının ardından önce bu Stanley Fischer’i sonra da şu ‘Medeniyetler -Dinler- Arası Diyalogcuları’ anıyorum... Türkiye gibi ülkeler, krizlere neden olan doksanlı yıllarda ve 2001 krizine giden yolda, İsrail Merkez Bankası eski Başkanı ve şimdi Fed Başkan Yardımcı olan Stanley Fischer’in teorisine katkı yaptığı, gevşek sabit kur rejimi uygulamışlardır. Aslında ‘sürünen parite’ denen bu kur rejiminde, Merkez Bankaları, enflasyon hedeflemesi adı altında, fiyat istikrarı için örtülü bir kur hedeflemesi de yapıyorlardı. Bu da genellikle yerli parayı değerli tutma şeklinde oluyordu. Şimdi doksanlı yıllardaki bütün gelişmekte olan ülke krizlerine ve Türkiye’deki 1994-2001 krizlerine bakın; bunların arkasında ‘Fischer dolandırıcılığı’ olduğunu göreceksiniz.
Şimdi uzatmayalım; buradaki Türkiye hikayesini bizzat yaşayarak biliyorsunuz; Fischer’in sonrası Derviş’tir, 2008’e kadar... Bu yıla kadar AK Parti ancak siyasi tarafı korumaya çalıştı ve ekonomide palyatif tamiratlar yaptı. Ancak 2008’den sonra Başbakan’ın ekonomideki inisiyatifi yoğunlaştı. Ama bu tarihten sonra -darbe teşebbüsleri ve kapatma davasının atlatılmasından sonra- Erdoğan ve Davutoğlu ile belirginleşen ve ekonomiye de yansıyan dış politika atağı başladı.
Dış politika ile ekonominin başarısı birleşiyor.
Türkiye, Kafkasya, Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasında pazar ve enerji alanlarına ulaşmaya ve ileride bir birliğe dönüşecek stratejiye geçti. Bunun tarihi yaklaşık olarak 2010 Referandumu öncesi ve belirginleşmesi de 2011 Haziran seçimleridir.
İşte bu tarihten sonra, ilk önce Ortadoğu ve Kafkas coğrafyasının eskisi gibi kalmasını isteyen yerel güçler harekete geçti ki, bunların başında Suudi Arabistan ve BAE gelir. Daha sonra bu yerel müdahaleye, onları bu Türkiye karşıtı cepheye iten Almanya, İngiltere ve ABD’deki eski askeri-sinai yapılar ve onların kirli finansı ve tabii İsrail şahinleri katıldı. Bu yapılar, artık işe yaramayan ulusalcı muhalefeti boşadı ve CHP üzerine, Medeniyetler Arası Diyalog Örgütü’nü de ekleyerek yeni bir muhalefet örmeye başladılar. Suudlar, bütün bu süreçte, Gezi ve 17 Aralık süreçleri dahil, Türkiye ekonomisine yönelik çok ciddi finansal spekülatif saldırıları örgütledi ve finanse etti.
Ancak ‘işler’ hiç de istedikleri gibi gitmedi; 17 Aralık, tıpkı Gezi gibi, atlatıldı ve ekonomide de Türkiye, 2008’den beri ektiklerini biçmeye, ihracat-sanayi ağırlıklı yeni bir büyüme temposuna geçmeye ve Başbakan’ın inisiyatifiyle anti-tekel düzenlemeler yapmaya başladı.
Günümüz Türkiyesi’nde - aslında - kim kimdir?
Bu gelişmeler, başta TÜSİAD çevresi olmak üzere, tekelci sermayenin en ‘eski’ kesimlerini bu cepheye dahil etti ve Başbakan’a yönelik kampanya, 17 Aralık’la birlikte yoğunlaştı. Ama Türkiye, ekonomide Fischerci dolandırıcılığı farketmiş ve bunu Başbakan’ın ‘yüksek faiz’ çıkışıyla tartışmaya başlamıştı. Siyasette ise Cumhurbaşkanlığı seçiminin, geleneksel sağ ile solun, ‘ilerici’(!) ile muhafazakarın yarışı olmayacağını, Huntington’un çocukları ile Akif’in, Nazım’ın nesli arasında bir yeni Türkiye kurma savaşı olduğunu bu halk farketmişti.
Ancak Suud finanslı, Anglosakson akıllı bu çatı aday’dan başka çareleri de yoktu; çünkü bu onları en iyi konsolide edecek belki de tek kişilikti... Filistin, Mısır ve Suriye meselelerinde olduğu gibi... İşte buralarda müthiş bir ideolojik-politik birlikleri vardı.
Bu cümlelerden olmak üzere, şu iki yanlışı düzelteyim; 1)CHP hiç değişmedi; Lozan’da ne yapıyorsa şimdi de onu yapıyor, 2) Çatı Aday kesinlikle, anlatıldığı gibi İslam referanslı bir muhafazakar değil, Lockegiller, Hobbesler ve Huntingtongillerden geliyor o...