İslam orduları, Kadisiye'de Sasani İmparatorluğu'nun kapılarına dayandığı günlerde, Sasani ordusunun komutanı, Müslümanların elçisine "buralara niye geldiniz?" diye sorunca, elçi, İslam'ın evrensel mesajını özetleyen: "Allah'ın kullarını kullara kulluktan kurtarmaya, insanları dinlerin zulmünden İslam'ın adaletine kavuşturmaya geldik" şeklinde muhteşem bir cevap verir.
Bu prensip, İslam'ın savaş tarihi literatüründe "İ'lay-i Kelimetullah" olarak nitelendirilir. Allah'ın sözünü yüceltmek yani. Allah'ın sözünün yüceltilmesi demek, insanların kendileri gibi kullara kulluk etmekten kurtarılmaları; düzmece tanrıların, kahinlerin ve tapınak bekçilerinin uydurdukları sahte dinlerin zulmünden İslam'ın adaletine kavuşturulmaları demektir. İslam orduları, Allah'ın özgür kullarını kendilerinin kulları, köleleri haline getiren sahte mabutları bertaraf etmek için harekete geçerler o yüzden. Topraklarına toprak katmak, yeni ülkeler zapt etmek, başkalarının mülkleri üzerinde egemenlik kurmak, Allah'ın kullarına tahakküm etmek için değil. İnsanı, sadece etten, kandan, kemikten ibaret ve bütün gayesi başkalarının sahip olduklarını gasp etmek olan ilkesiz bir varlık olarak gören, dini de insanlar üzerinde hakimiyet kurmanın güçlü bir aracı olarak telakki eden ve zihinleri Batı'nın düzmece felsefesinin kavramlarıyla bulandırılmış kesimlerin, İslam'ın özgürleştirici cihadı ile zorbaların köleleştirici, sömürgeleştirici istilasını eşitlemeleri bu hakikati değiştirmez.
Bu açıdan, diyelim ki Filistin'de uğruna mücadele edilecek hiçbir kutsalımız yok. Varsayalım ki Mescid-i Aksa dediğin taş duvarlardan ibaret bir binadır ve farz edelim ki Kudüs dünyadaki herhangi bir şehirden farksızdır. Hatta diyelim ki Filistinlilerle hiçbir dini ve etnik bir bağımız, herhangi bir akrabalığımız yok. Yine de Müslümanların, Filistin için orada gerçekleştirilen katliamlara karşı ayağa kalkmaları; tonlarca ağırlıktaki bombalarla evleri başlarına yıkılan çocukların, kadınların; susuz, elektriksiz, hastanesiz, ekmeksiz bırakılan şehirlerin imdadına koşmaları İslam'dan kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Müslümanların önüne şu ilkeyi koyuyor: "Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa, 75)
Çünkü İslam insanlığın vicdanıdır. Diğer bir ifadeyle insanlığın bastırılmış, üzerine algı tortuları boca edilmiş, gün yüzü görmesin diye bütün menfezleri tıkanmış evrensel vicdanı uyandıran bir etkiye sahiptir. İslam'ın bu etkisini, son İsrail saldırganlığı karşısında insanlığın adeta ayaklanmasında gördük. Tiranların, zorbaların, müstevlilerin başkentlerinde vicdanı uyanan milyonlarca özgür insanın haykırışı zulmün elini ayağını birbirine doladı nitekim. Katliamlarını ağız tadıyla sürdüremiyorlar. Yüzyıllardır aydınlanma, reform, devrim, çağdaşlık, laiklik, medeniyet gibi kavramlarla etrafında demirden çeperler ördüklerini düşündükleri vicdanın, Gazzelilerin demir kubbelerini bir fiskeyle tuz buz etmesi neticesinde tekrar uyanmasının şokunu yaşıyorlar.
Bu açıdan Diyarbekir'de ayağa kalkmış İslamî Kürt vicdanına, "Kudüs'ten sana ne, sen Kürt'sün?" diye saldıran yeni yetme Che Guevara taklitleri, "Araplar bizi arkadan vurmuştu vaktiyle ey Türkler" diye İslamî Türk vicdanının önüne barikat kurmaya çalışan Hitler müsveddeleri ne yapsalar boş. İslam'ı durdurmaları, yani insanlığın vicdanını bastırmaları mümkün değildir.