Anayasa Mahkemesi’nin eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ hakkında vermiş olduğu karar kamuoyu vicdanında memnuniyetle karşılandı. Farklı siyasi kanatlara mensup aydınlar ve bu arada birçok meslektaşımız da yaşanan kaostan çıkış adına bu kararı alkışladılar. Ne var ki bu kararı alkışlayanların bir kısmına “sen daha önce bu yargı süreçlerinde yapılan yanlışlara ses çıkarmıyordun. Şimdi siyasal pozisyonlar değişti diye tavrını değiştirdin” diye tepki gösterenler çıktı.
Kendi hesabıma, İlker Başbuğ’un tutuklanma kararının açıklandığı dakikada tepkimi sosyal medya üzerinden dile getirmiştim. Daha sonra gazete yazılarımda da bu konuyu hep gündemde tutmaya çalıştım. Başbuğ olayından önce de özel yetkili mahkemeler tarafından sürdürülen yargılamalara ilişkin endişelerimi ve eleştirilerimi ifade ediyordum. Mesela Fethullah Gülen Cemaatinin emniyet ve yargı içindeki örgütlenmesini deşifre eden bir kitap yayınladıktan sonra “Marksist bir terör örgütünün üyesi olmak” suçlamasıyla tutuklanan Hanefi Avcı’nın uğradığı haksızlığa karşı sessiz kalmadım. Gazeteci meslektaşlarımız Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın aynı sebepten dolayı maruz bırakıldıkları haksızlığa da itiraz ettim.
Derdim kendimi anlatmak değil. Bu gazetedeki birçok kalem de Ergenekon, Balyoz ve benzeri diğer yargılamalarda sergilenen usulsüzlüklere, suçlamalardaki tutarsızlıklara, kanıtlarla ilgili kuşkulara ve özellikle kurunun yanında yaşın da yanmasına yol açan yaklaşıma ilişkin eleştirilerini yüksek sesle dile getirdiler o süreçte.
Kuşkusuz o dönemde söz konusu yargılamalara veya özel yetkili mahkemelere güven duyup da ancak 7 Şubat sürecinden sonra veya 17 Aralık sürecinden sonra bazı şeylerin farkına varıp fikrini değiştirenler de oldu. Ama bunu hükümetin pozisyonunun değişmesine bağlamak haksızlık. Zira insanların içlerinden ne geçtiğini bilemeyeceğimize göre niyetlerinin yargılanması doğru değil. İkincisi, doğru olduğunu düşündüğümüz tezleri başkalarının da savunuyor olması bizi memnun etmeli. Mesele gerçekten üzüm yemekse eğer!
Ancak bazı medya organlarının da bugün söz konusu süreç boyunca sergiledikleri tavır yüzünden eleştirilmesine kimsenin itirazı olmamalı. İlk taşı günahsız olanın atması şartıyla ama... Medyanın her iki kanadında da o süreçte bir “ifrat ve tefrit” tutumu sergilenmiş olduğu unutulmadan demek istiyorum...
Ondan önce ise bizzat hükümetten özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere yargı gücünün bir grubun güdümüne sokulmuş olmasının hesabı sorulmalı. Hükümet yetkililerinin bu konuda şimdiye kadar ifade ettiklerinden daha ikna edici izahlar getirmeleri beklenmeli. Ciddi bir özeleştiri ortaya konulmalı. Aksi takdirde inandırıcılık problemi söz konusu olacağı kendilerine hatırlatılmalı.
Ne var ki hiç kimse fikrini değiştirdi diye, bazı kurumlara veya bazı yargı süreçlerine önce güvendi ama sonra bu güvenini kaybetti diye suçlanamaz. Dediğim gibi, daha önceki tavırlarının yanlış olduğunu düşündüğümüze göre bu insanların o yanlışta ısrar etmelerini isteyecek değiliz herhalde!
Yalnız ondan daha önemli bir konu var: Türkiye’deki belirli bir kesimin devlet içinde devlet olma çabası içindeki paralel bir yapının mevcudiyetini ancak bunların hükümete yönelik saldırısı sayesinde fark etmiş olmaları eleştirilebilir... En azından uzak görüşlü olmadıkları için eleştirilebilir bu kesimdekiler...
Ama 17 Aralık sürecinin başlangıcında “hükümetle cemaat arasındaki kavgada siyasetin yanında olmak gerekir. Siyasetçileri sandıkta değiştirebiliriz ama ötekiler devleti ele geçirdikten sonra yapılabilecek bir şey kalmaz” mealinde yazılar yazarken bir gün aniden -patronajın pozisyonuyla uyumlu şekilde- ağız değiştirip “önemli olan yolsuzlukların hesabının sorulmasıdır. Sağolasın cemaat” mealinde yazılar yazmaya başlamak pek de masum bir “fikir değişikliği” olarak açıklanamaz!