Bazen gerçek ile algı birbirine karışır.
Ve çoğu kez algı gerçeğin yerini alır.
Olayın künhünü bilerek artık konuştuğumuz dönemleri arkamızda bıraktık.
Sosyal medya çağında her duyduğumuzu herkesten önce duyurma yarışına girenlerden olduk.
İşin gerçeği bazen görünenden farklıdır.
Bazen de görünen, gerçeğe ulaşmamızın önünde engel oluşturur.
O yüzden hüküm vermeden önce bilgi sahibi olmak lazım.
Geçen Ankara’da FETÖ’den tutuklu bir bilim adamının serbest bırakılması olayını duyduğumda fena halde üzüldüm.
Lakin işin gerçekliğini araştırmadan tepki koymayı doğru bulmadım.
Zira FETÖ’den tutuklu olan zatı tanımıyordum.
Dosyasında ne tür deliller var yok bilmiyordum.
Dolayısıyla bilmediğim bir konuda hüküm keserek haksızlık yapmaktan korktuğum için araştırma yoluna gittim.
Mahut zatın dosyasındaki deliller üzerinden konuşmayı asla doğru bulmam.
İddiaların hukuk nezdinde delil teşkil edip etmediğine mahkemeler karar verir.
Biz yargıç değiliz.
O yüzden dosyanın içeriğine dair konuşmayı şahsen bu aşamada da doğru bulmam.
Peki beni fena halde üzen durum nedir?
Açık açık onu demekle yetineyim.
Korona virüsü dolayısıyla bazı odaklar ilkin cezaevi, sonra adını ilk defa duyduğumuz bir bilim adamı üzerinden FETÖ’cüleri kurtarmak için sureti haktan görünen iddialar seslendirdiler.
Cezaevindeki tutukluların sağlık gerekçesiyle salıverilmeleri istendi.
KHK marifetiyle ihraç edilen ama korona mücadelesine katkı sağlayacak bilim adamlarının tekrar sistemin içine dahil edilmeleri talep edildi.
Tabii ki bunlar hukuki talepler değildi; bütünüyle siyasi taleplerdi.
Bu taleplerde bulunanların korona gerekçesiyle FETÖ’cüleri peyderpey kurtarmayı amaçladıklarını söylemek yanlış olmaz.
İçlerinden birileri de kendi siyasi gelecekleri adına böyle bir talebin sözcülüğünü yapma gereği duymuş olabilirler.
Ne de olsa oy söz konusu…
Kim hangi niyetle bulunmuş olursa olsun, FETÖ’cü tutukluların serbest bırakılması ve kamudan ihraç edilen FETÖ’cülerin tekrar sistem içine dahil edilmesi talebinin FETÖ’ye siyasi şemsiye sağlamak anlamına geldiğini söyledik.
FETÖ’nün siyasi ayağını oluşturanların veya FETÖ’ye oy saikiyle göz kırpanların dillendirdikleri bu politik gerekçenin bir savcının talebi olarak karşımıza çıkmış olması ve bir ağır ceza mahkememizin de bu savcılık gerekçesini uygun görerek hüküm vermesi izah edilebilir bir durum değil.
Bir savcı nasıl olur da “Mahut profesör korona mücadelesinde katkı sağlayacak bir donanıma sahip. O yüzden serbest bırakılması yararlı olur!” mealinde bir mülahazanın arkasına sığınır?
Nasıl olur da bu hukuki olmayan mülahazayı haklı olarak reddeden sulh ceza mahkemesinin kararına rağmen bir üst itiraz mercii olan ağır ceza mahkemesi savcının bu mülahazası doğrultusunda karar verir?
Anlamak da, anlamlandırmak da mümkün değil.
Yanlış anlaşılsın istemem:
Ben FETÖ iddiasıyla mahut tıp hocası nasıl olur da serbest bırakılır demiyorum.
Ya ne mi diyorum?
Nasıl olur da bu mülahazayla hakkında hüküm tanzim edilir diyorum.
Belki de adam haksız ve geçerli olmayan iddialarla içerde olabilir.
Bir savcı ve yargıç olarak cesaretinizi kuşanarak dosya üzerinden karar verir salıverirsiniz.
Lakin bazı çevrelerin dillendirdiği bir siyasi talep üzerinden hüküm vermeye kalkışırsanız asıl o zaman vicdanları yaralamış ve hukuku da katletmiş olursunuz.
SURİYE’DE SAVAŞ VAR DİYE İÇERİDEKİ FETÖ’CÜ SUBAYLAR DA MI SALINSIN?
O vakit birileri kalkar der ki: “Şu an Suriye’nin sadece kuzeyinde değil başkaca yerlerinde de savaş halindeyiz. Libya vb. yerlerde her an istemediğimiz bir savaşın içinde bulabiliriz kendimizi. O yüzden generallere ve subaylara ihtiyacımız var. İçerdekilere apoletlerini tekrar takıp serbest bırakalım.”
Varsayımdan vazgeçerek soruyorum:
Diyelim ki savaşa girdik.
Bu gerekçeyle içerdeki FETÖ’cü subayları bırakır mısınız?
DİYANET VE CUMA BAHSİNE DAİR
Diyanet bu hafta Cuma namazını Ankara’daki kendi camiinde kıldı.
Caminin içi gösterilmedi.
Yani geçen haftaki o Cumanın ruhuyla bağdaşmayan nahoş saf düzeni gösterilmedi.
Hutbe okunduktan sonra canlı yayın kesildi.
İşte bu!
Tebrik ediyorum.
Diyanet İşleri Başkanlığımız ne kadar sert olursa olsun iyi niyetle yapılan eleştirileri demek ki yerinde bulmuş...
Milletin hem o “VİP görüntü”ye, hem de o saf düzenine duyduğu infiali dikkate almış...
Cuma, üstad Sezai Karakoç’un da dediği gibi hürriyet kadar kutsal bir ibadettir.
Dinimizin şeairlerindendir.
Bilinmelidir ki Hanefi fıkhına göre 3 kişiyle de Cuma kılınabilir.
Cemaatin gösterilmesine gerek yok.
Sadece Diyanet’in her hafta kendi camiinde bu tarzda Cuma namazını ifa etmesi, diğer illerimizde camiye gitme yasağının ise sürdürülmesi takdire şayandır.
Her ilde veya ilçede bir camide belirlenmiş kişilerle Cuma kılınması fikri, milletin vicdanını yaralardı.
Cuma günü kendi ilindeki açık olduğunu bildiği camiye milletimiz akın etseydi onların karşısına polislerimizi mi dikecektik?
Belirlenen zevatın dışındakilere kapalı bir Cuma namazı algısı her bakımdan sakıncalar doğururdu.
İzin verilmesi halinde de toplum sağlığı açısından ciddi riskler belirirdi.
Hem ısrarla evde kalın demek, hem de salgını yaygınlaştıracak bir toplu ibadete izin vermek çelişkili olurdu.
“Evde kal!” çağrısı da inandırıcılığını yitirirdi.
O yüzden bu tarz bir Cuma, hem toplum sağlığı açısından çok gerekli, hem de dinimizin şeairinin muhafazası bakımından örnek bir davranış oldu.
Ne kadar sert olursa olsun yapılan iyi niyetli eleştirileri cuma veya diyanet düşmanlığı ve/ya da kendini Diyanet üzerinden gündeme taşımak gibi hadsiz suçlamaların muhatabı kılanların aklına iyi ki Diyanet İşleri Başkanlığımız uymadı da sonuçta ortaya bu takdire şayan örnek uygulama çıktı.