Satılmışların bomba olup yağdığı “ihanet gecesi” üzerinden tam bir yıl geçti.
Bu sene-i devriye münasebetiyle, 17/25 kalkışması ile başlayan ve OHAL ile kurumsal bir boyut kazanan “FETÖ ile mücadele”yi masaya yatırmakta fayda var.
Genel görüntüye bakıldığında ‘iltisak’lıların devletten ayıklandığı, ‘suç’luların yargılandığı “kriminal” bazlı bir mücadele yürütüldüğü görülmektedir.
Bu, elbette en etkin mücadeledir, FETÖ’nün zehirlemesine izin verilmeden bitirilmelidir.
Zira 17/25, hukuki mücadelede bir milat olarak kabul edilebilir.
Ama kişilerin bu yapı ile ilişkilerinde 17/25 sonrasını esas almak, sekerat-ı mevtte kelime-i şahadeti muteber saymaktır.
Asıl 17/25’ten önce kimin nerede durduğu önemlidir ama bu da, şimdi herkesin amansız FETÖ düşmanı kesildiği beyanlarla değil, devlet hafızasının verileriyle ortaya koymalıdır.
Geçmişte FETÖ’ye karşı olanlara yapmadığını bırakmayan ama şimdi FETÖ düşmanı kesilen(!) karaktersizler devlet kademelerinde hâlâ bol miktarda varlığını sürdürmekte hatta gün geçtikçe tekrar cesaretlenmektedir.
Nice eski militanlar, 17/25'ten sonra, FETÖ'den uzaklaşarak(!) kendisini kurtarmıştır.
Ki, bu zaten FETÖ'nün talimatıdır.
Bu tür bukalemunlar toplumun her kesiminde vardır.
Her dönemin adamı olmasını bilen ve hızlı yükselen bazı kişilerin geçmişine gidildiğinde nice iltisakları ortaya çıkacaktır.
Hukuki mücadele yeterli mi?
Hukuki süreç en adil biçimde sonuçlansa dahi, FETÖ ile mücadele bitmiş demek değildir.
Zira, sadece “suç” ve “suçlu” üzerinden yapılacak bir mücadele, bataklıktaki birkaç sivrisineği etkisiz hale getirmekten öte bir anlam taşımamaktadır.
Topyekûn ve istikrarlı bir mücadele ile bataklık kurutulamadığı sürece bu beladan kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Bu, partiler üstü; millî bir konudur.
Önceki gün “15 Temmuz”u konuştuğumuz, o gecenin en önemli isimlerinden Başbakan Binali Yıldırım’a, “FETÖ ile mücadelenin kurumsal bir kimlik kazandığına inanıyor musunuz, ‘AK Parti’den sonra da bu mücadele aynen devam eder’ diyebiliyor musunuz?” diye sordum.
“Bu defterin AK Parti döneminde kapanması lazım”dedi ve bu büyük ihanetin, siyasi rant için nasıl istismar edildiğine dair örnekler verdi.
Oysa ben, hukuki mücadelenin kesintisiz devam edeceğini varsayarak, ayrıca bu yapıyı doğuran istismar yöntemlerinin, manevî tahribatların ve sosyolojik travmaların da tamirine yönelik milli bir seferberlikten bahsediyorum.
Böyle bir mücadeleyi ancak bütün kurumlar ve bireyler, her türlü farklılığı bir kenara bırakarak yapabilir.
FETÖ’nün Erdoğan düşmanlığını dikkate alarak, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile bu yapıyı desteklemek, kendi celladını beslemektir.
Sayın Kılıçdaroğlu başta olmak üzere FETÖ ile ittifak kuran herkes, meşru görünümlü takıyye dönemlerinde desteğini gördükleri Erdoğan’a bu kadar düşman olabilen bir karakterin, sırası gelince onlara ne yapabileceğini çok iyi düşünmelidir.
Diyanet Teşkilatına çok iş düşüyor
Bu yapı, bütün süflî emellerine ulaşmak için bir Truva atı gibi kullandığı İslamiyet’e ve Müslümanlara büyük zarar vermiştir.
Bu istismarın önlenmesi ve tahribatın giderilmesi Diyanet’in görevidir.
Böylece hem yürütülmekte olan mücadeleye büyük destek verilecek, hem de tabandaki sempatizan ve destekçilerin bu yapıdan neden uzaklaşmaları gerektiğini en yetkili ağızdan ilan etmiş olacaktır.
Diyanet teşkilatı; ferden ferda bu mesuliyeti hissetmek ve kürsüde, kahvede; her yerde ifa etmek mecburiyetindedir.
Zira millet, dinini bu tür simsarlardan korumaları için maaş ödemektedir.
Hakeza sivil toplum örgütlerinin, kanaat önderlerinin artık ana konusu “FETÖ ile mücadele olmalıdır. Gerisi lafügüzaftır…
Bugün FETÖ ve Haçlı müttefiklerine karşı, İstiklâl Harbi’nden daha zor ve daha önemli bir millî mücadele yürütülmektedir.
Atacak tek taşı olup da bunu FETÖ için atmayanın, onursuzca saklanan Kurtuluş Savaşı firarilerinden farkı yoktur.
FETÖ’yü suçsuz bulduğu veya korktuğu için bu mücadeleye katılmayanlar, bu hain örgüt ile gizli ittifak yapmış “sessiz şeytan”lardır.
Artık, millî ve dinî hassasiyetin tek alameti FETÖ ile mücadeledir.