İnsan, Ayasofya’nın açılmasına karşı bir kısım çevrelerdeki dirence bakınca, “Acaba bunlar İstanbul’un fethedilmesine de karşı mıdırlar?” sorusunu sormadan edemiyor.
Öyle ya, Ayasofya’nın cami oluşu sorun ise Bizans’ın yıkılması, İstanbul’un fethedilmiş olması çok daha derin bir sorundur. Çünkü Ayasofya’nın cami oluşu da, İstanbul’un fethedilmesinin sonucudur.
Burada önemli soru şudur:
Acaba Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılıp müze haline getirilmesi, Hıristiyan Batı dünyasına yönelik bir jest midir? Yani bir anlamda “Tamam İstanbul’u aldık, ama bakın aradan şu kadar zaman geçtikten sonra Ayasofya gibi bir sembolü cami olmaktan çıkarıyor ve sizin yürek sancınızı bir ölçüde hafifletmeyi amaçlıyoruz” gibi bir mesaj mıdır? Acaba “Biz artık bir kiliseyi cami haline getirmek gibi sembolleştirmeleri önemsemiyoruz” yollu bir tavır mıdır?
Şayet Ayasofya’nın müzeleştirilmesinde Batı’ya yönelik böyle bir mesaj varsa, içeriye, kendi toplumunuza, “İstanbul’un Fethi”ni Türk milletinin tarihi yürüyüş seyri içinde çağ değiştiren bir sıçrama olarak gören insanlara, belki aynı tarihi anlamı yüreğinde barındıran İslam dünyasına da bir mesajdır.
Peki o nasıl bir mesajdır?
- Bu kararla, yüreğinizde bir Ayasofya sancısı oluşacağı muhakkak. Biz de rahat değiliz. Ama, Batı ile ilişkileri normalleştirme adına bu sancıya tahammül edin, mesajı mesela.
Ya da,
- Biz artık Batılılaşıyoruz, Ayasofya gibi Batı dünyası ile ilişkilerimizi problemli hale getiren ukdeleri ortadan kaldırmak gerekir. Osmanlı da geride kaldı, hilafet gibi müesseseler de. Herkes bunu içine sindirsin” mesajı...
Bu iki mesaj arasında bile bir fark olduğu görülüyor.
Birincisinde bir savunma duygusu hakim iken, ikincisi cür’etkar bir tavrı sergiliyor. Bu ikinci tavrın içinde Ayasofya’nın Batılılaşma adına “pey akçesi” gibi sunulma nobranlığı var.
Bugün, “Ayasofya’nın açılması” taleplerine karşı Batı’nın silahşörlüğüne soyunanlar, aslında zamirlerinde “İstanbul’u fethettik de ne oldu, fethetmeseydik de bir şey olmazdı” gibi bir ruh dünyasını yaşayanlardır, dersem abartmış olmam.
Kim ne derse desin, İstanbul fethedilmiş ve Türk milletine, İslam dünyasına kazandırılmıştır.
Yine kim ne derse desin, bunun adı “Fetih” olarak konmuştur.
Yine kim ne derse desin, bu “Fetih”te, İslam’ın Peygamberi Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) istikamet göstermesinin ve müjdelerinin deruni coşkusu vardır.
Kim ne derse desin, Ayasofya da, o “Feth”in sembolü olarak cami haline çevrilmiş, asırlarca cami olarak hizmet vermiştir.
Osmanlı Birinci Dünya Savaşında yenildiğinde bile Ayasofya hala camidir. 1934’e kadar Ayasofya camidir.
Soralım:
Ayasofya müze haline getirildiği güne kadar Türkiye’de böyle bir talep seslendirilmiş midir? Bir tek Allah’ın kulu çıkıp, “Ayasofya müze olsun, bu uygarlığa hizmet olur, ya da Batı bizi daha çok sever” demiş midir? Şimdi Ayasofya’nın müze yapılmasını “Dünya mirasına katkı” gibi sunmak, hangi aymazlığın ürünüdür?
Ne yazık ki Ayasofya’nın Batı’ya pey akçesi gibi sunulması, Osmanlı’nın yere kapaklandığı zamanda bile yaşamadığı eziklik duygusunun uzantısıdır.
Türkiye o duygu atmosferine neden geldi, sorusu, çok önemli bir muhasebeyi gerekli kılıyor, bunu not etmemiz lazım.
Halkın bağrında “Ayasofya ibadete açılsın” sesinin yankılanması, Fetih ruhunun, yani yücelik heyecanının bitmediğinin ve “Müze kararı”nın tarihi yürüyüşte bir sapma olduğu bilincinin yansımasıdır.
Ben, Türkiye ve İslam dünyasında olan bitenlere ilişkin genel yorumda şunu söylüyorum:
“Yaşananlar Türkiye’nin Türkiye olma, İslam dünyasının İslam dünyası olma mücadelesidir.”
Evet, 100 yıl önce yere kapaklandık, hem Türkiye hem İslam dünyası olarak ve 100 yıldır ayağa kalkarak kendi tarih yürüyüşümüzü devam ettirmek istiyoruz.
Ayasofya mutlaka açılacaktır.
Türkiye Türkiye olduğunda, İslam dünyası İslam dünyası olduğunda...
Bu coğrafyanın tarih dışı kalması hükmünü verenler de, o boyunduruğun ruhta ve bedende sürmesini istiyorlar.
İçerde gurkalar oluşturdular.
Ama tarih değişiyor. Bu boyunduruk düzeni devam edemez. Bu coğrafyanın ruh dokusu bunu daha uzun süre kaldırmaz.
Ayasofya er geç mutlaka açılacaktır.