Hazır, yargı sorunlarını konuşmaya başlamışken şu “örgüt suçu” meselesine de el atsak fena olmayacak. Her kapıyı açan bir maymuncuk “örgüt suçu” kavramı. İhale yolsuzluğuyla suçlanan belediye başkanı da, şike yaptığı iddia edilen spor kulübü başkanı da üzerlerine atılan suçlardan önce “örgüt suçu”ndan yargılanıyorlar. Belediye Başkanı aslında örgüt lideri. Kulüp başkanı aslında örgüt lideri. Bir zorlama yok mu burada?
Problem örgütlü suçların bireysel suçlara göre daha ağır ceza gerektirmesinde. Elbette lüzumlu ve korunması gereken bir hukuk kuralı bu. Ama kötüye kullanımının örnekleri öteden beri vicdanları sızlatıyor.
12 Eylül’den sonra yargılanan sol eylemciler çoktan cezalarını çekip çıktılar ama onlarla aynı suçları işleyen sağ mahkûmlar kolay kolay çıkamadılar. Hatta bunların içinde bugün hâlâ cezaevlerinde olanlar var. 3. yargı paketine eklenen bir düzenleme bu adaletsizliğe son veriyor. Peki, neden oluştu bu fark? Çünkü solcuların aksine Ülkücüler -aslında MHP yöneticilerini hedef alan bazı siyasi gerekçelerle- “örgüt suçu”ndan yargılandılar. Bu yüzden de diğerlerinden birkaç kat fazla cezalar aldılar.
Bugünlerde yıldönümü dolayısıyla yeniden gündemde olan “Sivas olayları” davasında da benzer şeyleri yaşadık. O zaman ÖYM’ler yoktu, DGM’ler vardı. Sivas olayları davası Ankara 1 No’lu DGM’de görüldü. Olaydan sonra çok sayıda kişi yakalanıp mahkemeye çıkarılmıştı. Ne var ki yargılanan kişilerin otele saldıran veya yangın çıkaran kişiler olduklarına dair kanıt bulunamadı. Bu yüzden başlangıçta hiçbirine cinayet veya katliama iştirak gibi bir suçlamayla idam cezası verilemedi. Yapılan ilk yargılama sonucunda verilen cezalar bazı kesimleri tatmin etmekte yetersiz bulundu. Yargıtay da kararı bozdu. Bunun üzerine “suç örgütü” faktörü devreye girdi. “Müslümanlar” isimli örgüte üye olmakla suçlanan 33 kişiye “anayasal düzeni değiştirmeye kalkışmaktan”idam cezası verildi. Diğer sanıklar da ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Söz konusu örgütün varlığı hiçbir zaman ispat edilemedi ama sanıklara yüksek cezalar vermenin başka bir yolu da yoktu.
Ne 12 Eylül yargısının mağduru Ülkücülerle ne de Sivas sanıklarıyla pek benzerliği olmasa da onlarla aynı kaderi paylaşan başkaları da var günümüzde. Örneğin eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da “örgüt suçu”ndan yargılanıyor. Ülkenin en büyük silahlı örgütü olan orduya hükmeden kişinin ayrıca bir silahlı terör örgütü kurup yöneteceğini düşünmek insan aklına saygısızlık değil mi?
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı ve diğer bazı belediye yöneticileri ihale yolsuzluğu suçlamasıyla yargılanıyor. Ama asıl suçlama yine örgüt kurup yönetmek! Bir kamu yöneticisi maiyetindeki kişilerle beraber yolsuzluk yapabilir veya başka bir suç işleyebilir. Ama suçun birden fazla kişi tarafından işlenmesi bir örgütün varlığını zorunlu kılmaz. Ceza hukukundaki “iştirak halinde işlenen suç” kavramının bu davalarda hiç hatırlanmaması ilginç değil mi?
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım da “suç örgütü kurup yönetmek”ten ceza aldı. Ne var ki aynı davada şike ve teşvik yapmakla suçlanan diğer kulüp yöneticileri örgüt üyesi olmakla suçlanmadılar. Anlaşılması zor bir tablo bu, en azından dışarıdan bakanlar için.
Tartışmalı örnekler doğru uygulamalara da şaibe düşürebilir. Mesela darbe hazırlığı örgüt suçudur; örgütlenme olmadan darbe yapılamaz çünkü. Bu yüzden de bu davalar özel yetkili mahkemelerin alanına giriyordu. Ama sözgelimi Hrant Dink cinayetinde örgüt bağlantısı bulunamamışken belediye yolsuzluğu veya futbolda şike gibi suçlamalar özel yetkili mahkemelerin görev alanına girsin diye “örgüt suçu” kapsamına sokulmuşsa ortaya inandırıcılık sorunu çıkabilir.
Toplum vicdanını tatmin etmeyen yargı kararları amacına ulaşmamış demektir. Amaç sadece birilerinin canını yakmak değilse.