Türkiye’nin ilahiyat fakültelerinde artık “felsefe” öğretilmeyecek mi?
Yani, “dini ilimler”i öğrenenler, la-dini fikirlerden habersiz mi kalacak?
Son günlerde tartışılan bir mesele bu. Olanı anlamak için hem ilahiyatçı hem de fakülte idarecisi bir dostumu aradım. “Çıkan gürültüye değecek kadar büyük bir değişiklik yapılmadı aslında” dedi. Yapılan değişiklik, eskiden zorunlu olan Felsefe Tarihi dersinin seçmeli hale gelmesinden ibaretmiş. İslam Felsefesi, Din Felsefesi ve İslam Sosyolojisi dersleri ise korunmuş.
Ancak aynı dostum, bunun iç tartışmalardan sonra bulunan bir “orta yol” olduğunu da söyledi. “Felsefe derslerini ilahiyattan tümüyle çıkarma” yönünde bir eğilim varmış bazı YÖK üyelerinde. Ama buna itiraz edenler olunca bir ara formül bulunmuş.
“Peki niçin böyle bir eğilim var” diye sordum.
“Felsefe okuyunca kafaları karışır, modernist olurlar diye düşünülüyor” dedi dostum. Hatta aynı endişe yüzünden, ilahiyat mezunu öğrencilerin yurtdışında master ve doktora taleplerine de taş konmuş. “Batı’ya gidip okurlarsa kafaları karışır”mış çünkü.
Bunu duyduğumda ise hem Türkiye’nin hem de Müslüman dünyanın geleceği adına biraz üzüldüm, endişelendim.
Niçin mi?
Karışmayan kafalar
Müslüman dünyanın en görkemli devrinin 7 ila 13. asırlar olduğu yaygın bir kabuldür. Çünkü bu dönemde, İslam bayrağı altında nice bilimsel, sanatsal, teknolojik, hukuki, fikri başarıya imza atılmıştır.
El-Cabir “cebir”i, El-Harezmî “algoritma”yı geliştirmiş, El-Mevsılî ilk katarakt ameliyatını yapmıştır. Nitekim bizler de bu “ilim öncüsü Müslüman alimler”le iftihar eder, isimlerini tesislerimize verir, mesela İbn-i Sina hastaneleri açarız.
Ancak sıkça atladığımız bir detay vardır: Söz konusu Müslüman alimlerin sırrı, sadece Kur’an’ın verdiği ruh ve vizyon değil, aynı zamanda o devrin farklı kültürlerine ve bilgi kaynaklarına vakıf olmaktır. Başta Eski Yunan olmak üzere, Bizans, Yahudi, Mısır, Pers ve Hint’ten gelen bilgileri öğrenmiş, özümsemiş ve o sayede hepsini aşabilmişlerdir.
Bu arada çoğunun “kafası karışmış”tır da tabi. Aristo kozmolojisi ile “yoktan yaratılış”ı nasıl uzlaştıracaklarını düşünüp durmuşlardır mesela. Ama tam da o sayede entelektüel bir dinamizm ortaya çıkmış, sorular cevapları, cevaplar fikirleri üretmiştir.
Fakat 13. asırdan sonra bu dinamizm yavaşlar ve durur. Müslümanlar yeni şeyler keşfetme çabasından vazgeçer, “nakil”le yetinmeye başlar. Bu sayede de artık kimsenin kafası karışmaz. Ama hiçbir yeni fikir ve icad da çıkmaz.
Aynı sıralar kafası çokça karışan Avrupa’da ise felsefe, bilim ve teknoloji hızla ilerler. Bu sayede müthiş güçlenen Batı, sonunda emperyalizm formunda kapımıza dayanır.
İman ve tahkik
Bence bu tarihsel süreçten çıkan sonuç, “dışa açılmanın gerekliliği”dir. İçe kapanmanın, kendi yağımızla kavrulmanın sonucu, durağanlık, donukluk ve geri kalmışlıktır çünkü.
“Varsın öyle olsun, yeter ki imanlar kurtulsun” diye düşünenler olabilir. Oysa bence savundukları kapalılık, sadece dünyevi terakkiye değil uhrevi imana da zarar veriyor. Çünkü tartışılmayan, sorgulanmayan, seküler bilimlerle yüzleşip kendini savunmayı öğrenemeyen bir iman, yeterince “tahkiki” olamıyor. Rakip görüşlerle karşılaşınca da zayıf, sathi ve özgüvensiz kalıyor. Ya öfkeye kapılıyor ya vesveseye.
İhtiyacımız, dünyayı bilmediği için değil, bildiği için Müslüman olan zihinlerdir. Bu da, “safi gençlerin aklını korumakla” değil, onları hem İslami hem seküler kaynaklara vakıf kılmakla olur.
Bediüzzaman Said Nursi gibi vizyon sahibi alimlerin daha bir asır önceden gördüğü bu yakıcı ihtiyacın bugün küçümsenmesi ise akıl alacak iş değildir.