Son 10-15 yıl içinde, “din” temalı düzinelerce uluslararası toplantıya katıldım. Çoğunda dikkatimi çeken bir nokta, Batılı din adamlarının birikimi oldu. İster Hıristiyan olsun ister Yahudi, baktım ki adamlar sadece kendi dinlerini iyi bilmekle kalmıyorlar; felseye, bilime ve sosyal bilimlere de epey hakimler. Hatta bazıları İslam’ı dahi iyi biliyor, onun için kayda değer sorular, eleştiriler (bazen de övgüler) dile getirebiliyorlar.
Buna karşılık bizim Müslüman dünyadan gelen din adamlarına baktığımda, bazı takdire şayan istisnalar hariç, aynı birikimi bulamadım. Aksine, gördüm ki, sadece kendi dinini bilen, onu da dar bir fıkıh bilgisinden ibaret sayan din adamlarımız çoğunluktadır. Ürettikleri fikir, söylem ve vizyon da ona göre dar olmaktadır, haliyle.
Bu entelektüel uçurumun sebebi ise kuşkusuz “dini” değildir. Yani Hıristiyanlık ve Yahudilik’in İslam’a üstün olması değildir asla. Sebep “dünyevi”dir: Batı medeniyetinin bizim dünyaya karşı son üç-dört yüzyıldır süren siyasi, ekonomik, kültürel ve entelektüel üstünlüğüdür. Dahası, Türkiye’de olduğu gibi dini geleneği bastırıp fakirleştiren yerel istibdadlardır.
Bu durumu tersine çevirmek istiyorsak yapmamız gereken de aşikardır: Hem kendi dinini, hem de felsefeyi, bilimi, sosyal bilimleri iyi bilen din adamları yetiştirmek. Yani, sadece “akademisyen” olan ilahiyatçıları değil, “din adamı” olan imam ve vaizleri dahi “seküler ilimler”le donatmak.
Ashabı kiram
Bu vurguyu, “ilahiyat fakültelerinde felsefe derslerinin azaltılması” meselesi üzerine yapıyorum. Bu konuda yazdığım son eleştiri üzerine pek çok ilahiyat hocasından destekleyici ve açıklayıcı mesajlar aldım; kendilerine müteşekkirim.
İktidar partisindeki bazı vekillerin de bu “felsefesiz ilahiyat” eğiliminden rahatsız olduğunu görmek ise beni sevindirdi.
Peki ama İslam dünyasının yakıcı ihtiyacı “daha fazla birikim” iken, niçin tam da bunu baltalamaya çalışan bir eğilim var?
Çünkü bu eğilimin arkasında bir “zihniyet” var. İnternette açtığı “fetva” sitesinde “hocam, İslam’da felsefe var mıdır, bir Müslümanın felsefeye ilgi duyması caiz midir?” sorusuna şu cevabı veren muhterem bir zatın sergilediği zihniyet:
“Örnek nesil ashabı kiramdır. Onlar da felsefenin ne olduğunu bile bilmeden Rablerine kavuştular. Daha sonra felsefe ve kolları içimize girdi. Başımıza ne geldi ise de ondan sonra geldi zaten.”
Bu mantıkla, ashabı kiram, yani ilk Müslümanlar tarafından bilinmediği için, fiziğe, kimyaya, elektroniğe veya sosyolojiye de gerek olmamalı!
‘Filozof’ ateist midir?
Sanırım bu yaygın “felsefe alerjisi”nin bir sebebi, felsefe denince hep “materyalist felsefe”nin akla gelmesi, “filozof” kavramının “ateist” gibi algılanması.
Oysa gerek Batı gerekse Doğu felsefesinde İslam’ın esaslarına paralel sonuçlara varan nice damar vardır. Bunları bilmek, imanı zayıflatmaz, güçlendirir. Daha rafine hale getirir.
Çünkü, felsefe, dinin “vahiy” yoluyla cevapladığı soruları “akıl” yoluyla aramak demektir. Kur’an’a göre ise bu iki kaynağın aynı noktada buluşması kaçınılmazdır. (İnsanı saptıran “akıl” değil, “heva”dır Kur’an’a göre. Yani hırs ve tutkulardır.)
Bunu göz ardı ederek felsefeyi “tehlike” sayanlar, “fazla akledersek imanımız gider” demiş oluyorlar. Yani düşünmeye değil, düşünmemeye dayalı bir din anlayışı savunuyorlar.
Bu anlayışın, entelektüel bir sıçramaya ihtiyaç duyan Müslüman dünyayı tam aksine dumura uğratacağı açıktır. O nedenle YÖK, felsefe derslerini azaltmak şöyle dursun, artıracak bir reform yapmalıdır ilahiyat fakültelerinde.