Bir önceki yazım, “Şeriattan faşizme nasıl vardık?” başlığını taşıyordu. Amerikalı akademisyen Ruth Miller’ın “Fıkıhtan Faşizme” adlı kitabına atıftla, Türkiye’nin İslam/Osmanlı hukukundan uzaklaşıp “çağdaş”laşırken kendini bir anda “faşizm”in içinde bulduğunu izah etmiştim.
Peki ama neydi ki faşizm? Ve nedir, özünde?
Mussolini’nin tarifiyle, “her şeyin devlet için olması” ve devletin gücünün de tek bir parti ve hatta tek bir adamda toplanmasıdır.
Tek Parti Türkiyesi tam tamıma buydu işte. Devlet, bütün sivil toplumu yok etmiş, tüm topluma mutlak hakim olmuştu. Devletin üç temel gücü (yasama, yürütme ve yargı) tek bir Ulu Önder’in emri altında birleşmişti. Hukuk, şeriatta ve liberalizmde olduğu gibi bireyleri korumuyor, aksine bireylere karşı devleti koruyordu.
Çok şükür ki bugün Türkiye bu noktadan epey uzaklaşmış, “hak ve özgürlükler”e doğru ilerlemiş durumda. Demokrasinin temeli olan çok partili hayat da oturmuş vaziyette.
Ancak önümüzde yeni anayasa yapım süreci var. Acaba bu anayasa tam anlamıyla demokrat ve hürriyetçi olacak mı? Yoksa Türkiye’nin faşizm geçmişinden izler taşıyacak mı?
Bu sorunun cevabını, büyük ölçüde, ülkedeki en büyük siyasi blok olan muhafazakârların tutumu belirleyecek.
O sebeple ben, muhafazakâr akla bir çağrıda bulunmak istiyorum: Gelin, siyasi değerlerimizi oturup biraz tartışalım. Ufkumuz Kopenhag Kriterleri ile kısıtlı kalmasın, kendi medeniyetimizin kavramlarıyla da düşünelim. Bilhassa, laikçi hegemonyanın öcüleştirdiği “şeriat” kavramını korkmadan, çekinmeden yeniden tartışalım.
Ama şeriatın “lafzında” kalmayalım, “maksadı”na bakalım. Bu büyük hukuk geleneğinin İslam medeniyetinde ne fonksiyon icra ettiğini yeniden düşünelim.
Şeriat = kuvvetler ayrılığı
İşte tam bu noktada yeni bir kitaba dikkatinizi çekmek istiyorum. Harvard Üniversitesi hukuk profesörü Noah Feldman’ın “İslam Devleti” adlı eseri. Bu kitabın İngilizce orjinaline atıfta bulunmuştum daha evvel bu sütunda, ancak Türkçe tercümesi Ufuk Yayınları’ndan geçen ay çıktı.
Tavsiyem, hukuki konulara kafa yoran herkesin bu kitabı dikkatle okuması. Çünkü Feldman, şeriatın öcüleştirilmesine karşı çıkan nadir Batılılardan biri olarak, bu hukuk geleneğinin en kritik özelliğini gözler önüne sergiliyor: Kuvvetler ayrılığı.
Çünkü şeriat, hukukun iktidardan değil, Allah’tan geldiği inancına dayanıyor. Hukuku “keşfedip” yorumlayanlar ise iktidar değil, ondan ayrı ve çoğu kez ondan bağımsız olan ulema sınıfı. Ulemanın içtihatlarına göre mahkeme kurup karar veren kadılar ise, maaşları devlet tarafından ödense bile, devletten daha yüksek bir otoriteye (şeriata ve nihayet Allah’a) dayandıkları için, devlete karşı durabiliyorlar.
Kısacası “sultan” (yani yürütme), “ulema” (yani yasama) ve “kadılar” (yani yargı) arasında bir ayrışma ve denge kuruyor şeriat.
Feldman, “klasik İslamî anayasal sistem” dediği bu yapıya dair şu yorumu yapıyor:
“[Bu sistem] hukukun muhtevasını yorumlayıp belirleyen ulema ile onu uygulayan ve siyasî otoriteyi oluşturan yönetici arasında bir güç dengesi tesis ettiği için başarılı olmuş, bu denge kaybolunca, sistem, yeni bir denge tesis edememiştir...
Yeni İslam devletlerinin başarılı olması, ancak ve ancak, erkler arası dengeyi ve hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etmelerini mümkün kılacak kurumları kurup geliştirmelerine bağlıdır.” (s. 41)
Velhasıl bizim de temel anayasal hedefimiz, “hukukun üstünlüğü”nü ve “kuvvetler ayrılığı”nı tesis etmek olmalıdır. İster parlamenter sistemde kalalım, ister başkanlık sistemine geçelim...