MHP lideri Bahçeli, 7 Haziran gecesinden bu yana en fazla demeç veren, açıklama ve yorum yapan ve ismi tartışılan kişi konumunda. Bir siyasi parti lideri açısından oldukça mümkün ve tabiî olan bu durum, MHP açısından 7 Haziran öncesi performansında nadiren görülen bir hâl olduğundan dikkat çekiyor.
Statik ve ciddi anlamda ‘anakronizm krizi’ yaşayan bir siyasi söylemin, 7 Haziran öncesinde konu başlığı ne olursa olsun, değişmez cevapları vermesinden dolayı kamuoyu ve medya ilgisini kaybetmesi normaldi. Seçimlerden sonra hem Mecliste koalisyon tecrübesi olan tek parti lideri olarak hem de kendi partisinden ziyade daha seçim akşamından başlayarak ısrarla kendisi dışındaki partilere dair -açık bir şekilde- ‘doz aşımına uğramış siyasal taktik egzersizleri’ yapması ilgi merkezi olmasını sağladı. Lakin Cumhurbaşkanı ve makamına dair de benzer bir doz aşımını sürdürmesi, dikkatlerin Bahçeli’nin içinde bulunduğu ‘fanusa’ yönelmesine sebep oldu.
MHP cenahından koalisyon müzakereleri için 7 Haziran’dan bu yana sürekli üslubu, sayısı, içeriği, öncelik hiyerarşisi değişen ve hangi başlığın hangisini nesh ettiğini takip etmekte zorlandığımız bir ‘ön şartlar bakiyesi’ çıktı. Bunlardan sonuncusu da, doğrudan koalisyonla alakalı ön şartlardan oluşuyor. Bahçeli’nin ilk şartı şöyle: “PKK terör örgütü vakit kaybetmeksizin kendisini lağvetmelidir. Örgüt militanları silahlarıyla birlikte güvenlik güçlerine teslim olmalı, bu silahlar devlet envanterine kaydedilmelidir.”
Bu ön şartı okuyunca ve gerçekten bu konuda ciddi olduklarını farz ederseniz, kabaca iki netice çıkıyor karşınıza: 1) Başka bir başlığa geçmenin fazlaca bir anlamı kalmıyor, 2) Bahçeli ve MHP’nin Türkiye ve bölgeyi bu denli ıskalaması için gerçekten bir fanusta yaşıyor olması gerekiyor.
Ön şartların diğer maddelerindeki ruh hali de, yukarıdakinden farksız bir şekilde temennilerin emir cümlesine çevrilerek ve talimatların hayata geçmesi beklentisinden ibaret. Elbette bu temennilerin ne siyasi realiteyle ne de hayatın kendisiyle telifi kabil olması mümkün değil. Bunlar, ancak bir fanusta yaşarsanız ciddiye alabileceğiniz ve alınacağınız bir dünyaya ait savrulmalar olabilir.
Bir sürü büyük cümlenin ve raconun ardından “hepsi çekik” sözü ile yerle yeksan olan ciddiyetten ve adaletten geriye kalanla inşa ettiği fanustan Türkiye, AK Parti ve Cumhurbaşkanı ile muhatap olmaya çalışıyor. Hâl bu olunca da, yüzyıllarca büyümenin mefkûresi olan Türklük, HDP’nin geç kalmış Kürt Kemalizm’inden farksız bir küçülmenin kısır döngüsünden inşa ettiği fanusa mahkûm hale geliyor. Buradan da siyasi nihilizmden başka bir şeyin çıkması imkânsızlaşıyor, etraftaki hemen herkese ama özellikle Cumhurbaşkanına karşı olgun, ciddi ve asgari nezaket de nobran bir unsura dönüşmek pahasına kaybolup gidiyor.
Fanusların Türkiye’sinde, başka bir deyişle vesayet rejiminin en ağır şekilde varlığını sürdürdüğü dönemlerde, talimatla ‘terörü bitirme, enflasyonu indirme, eğitimi artırma, ekonomiyi büyütme vb.’ girişimleriyle 20. yüzyılın tamamını kaybettik. Bugün de, sadece müzakere mantığına değil, hayatın tabiî akışıyla sorunlu olan talimat diliyle Türkiye’nin kazanacağı bir şey bulunmuyor. Maalesef uzunca zamandır ‘tarihsel bir jetlag’ yaşayan siyasal aktörler, normalleşme için atması gereken adımlardan ürkünce, en kestirme çözümü fanuslarına kapanmakta buluyorlar.
Bu yönüyle Bahçeli’nin %52 ile seçilmiş Cumhurbaşkanına yaptığı çağrının, bir saygısızlık olmasının yanı sıra, hayattan kopukluğuna şaşmamak lazım. Zaten tam da bu sebepten dolayı 5. Ecevit ve 57. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine koalisyon ortağı olurken protokole bağladıkları aleni ırkçılık maddesinde şöyle yazılmıştı: “Kamu kurumlarında türbanın Cumhuriyet’in temel niteliklerini hedef alan bir siyasal simgeye dönüştürülmesine karşı yürürlükteki kurallar uyarınca alınmış önlemler titizlikle sürdürülecektir.”
Türkiye, 1999’da içine sokulduğu berbat fanustan ancak Erdoğan’la çıkabilmişti. Tekrar aynı fanusa girmesini istemek ise en naif ifadeyle siyasi ciddiyetle bağdaşmaz.