Yıllar önce çok ama çok basit bir düşüncem vardı:
Karanlık 90'lı yıllarda tefeci zihniyeti ile soyulan Türkiye, bu fahiş faiz belasından kurtulduğunda uçar diyordum.
Ama olmadı.
Ülkeyi soyan bu fahiş faiz belası azaldıkça bir de baktık ki aslında faiz sisteminin merkezi olan bankalar uçuyor.
Bankaların kâr rekoru kırmasını bırakın, asıl reel sektörde gördüğümüz tablo ürkütücü.
Faiz düştükçe aynı dönemlerde reel sektörün canı çıkıyor. Sanayi gelişmiyor, sanayi şirketlerinin kârı azalıyor.
Sanki fahiş faizden bankalar değil sanayi besleniyormuş gibi.
Neden faiz oranı düştükçe bankaların kârı artıyor ama sanayinin kârlılığı düşüyor?
Acaba bankaları müthiş şekilde koruyan bir sistem mi kuruldu?
Türkiye'nin geçen yılki kurumlar vergisi listesi açıklandı. En fazla kurumlar vergisi ödeyenler (veya en fazla kâr edenler) bankalar oldu. İlk 10 sırada Garanti Bankası, İş Bankası, Akbank, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Yapı Kredi Bankası, Merkez Bankası ve Vakıflar Bankası var.
Diğer iki şirket ise 8. sırada yer alan Türk Telekom ve 10. sırada yer alan Turkcell.
Türkiye, 2012 yılında tüm şirketlerden 29 milyar lira kurumlar vergisi toplamış. Bu verginin ise 10 milyar lirasını bankaların baş sırada olduğu ilk 15 şirket ödemiş.
Bunun bir diğer anlamı şu: Yaklaşık 500 bin mükellef şirketin olduğu Türkiye'de sadece ilk 15 şirket kârın yüzde 35'ini kapmış. Diğer 499 bin 990 şirket ise geriye kalan kâr ile yetinmiş.
Bu çarpık tabloyu İSO listesindeki sanayi şirketlerinin durumundan da görebiliriz. İSO listesindeki en büyük sanayi şirketlerinin kârlılığı 2004 yılından sonra nerede ise ciddi bir artış sağlayamamış.
Ki, bu şirketlerin bir çoğu alanlarında tekel sayılabilecek şirketler. Yani pazar hakimi şirketler. Küçük şirketleri varın siz düşünün...
Kurumlar vergisi listesinin bir diğer ilginç özelliği daha var. Listeye bakın ve şikayetlerinizi düşünün. Türkiye'de vatandaşa en fazla eziyet eden şirketler her nedense en fazla kâr eden şirketler.
Yani Bankalar ve GSM şirketleri.
Ama durun.
Şimdiden söyleyeyim; yakında kâr listesinde ve şikayet listesinde özelleştirilen elektrik dağıtım şirketlerini de göreceğiz.
Bu kesin.
Ne kadar eziyet o kadar kâr.
Böyle bir ekonomik model uygulanamaz.
Kurumların kârı - vatandaşın canı olamaz. Bu ikilemle bir ekonomi asla yönetilemez. Bunu bir kenara yazın.
BIS bir ekonomi
Eski adı ile İMKB olan borsamıza bakarak ekonominin durumunu irdeleyelim. Dışarıdan bakınca 90 bin seviyelerini aşan endekse göre ülke ekonomisi gayet iyi olarak algılanıyor.
Kredi notlarımız da arttığına göre artık İbrahim Kahvecinin de söyleyecek hiç bir sözü yok demektir.
Gerçek öyle mi?
BIS, enflasyondan arındırıldığında 2000 yılında bugünkü seviyenin yüzde 50 daha yukarısına çıkmıştı. Yani bugünkü 100 binler bir rekor değil. Hatta ülke milli geliri reel yüzde 62 ve döviz olarak yüzde 300 arttığına göre neden borsa endeksi 13 yıl öncesinin 50 bin puan daha aşağısında diye sorabiliriz?
Eğer gerçek bir başarıdan bahsedecek ise BIS 100 binlerde değil 200 binlerde olmalıydı.Ama daha bir yıl önce bile BIS endeksi 50 binlerdeyken bile felaket senaryoları çizildiğini unutmayalım.
BIS'deki asıl vahim tablo ise dağılımda görülüyor. Yatırımcı katılımını ve son 10 yılda batan şirketleri kast etmiyorum bile.
BIS'deki ilk gerçek Bankalar. Bankalar olmadan borsanın gerisi BIS bir hikaye.
Bir yıl önce BIS endeksi 55 binlerdeyken bugün yüzde 62 yükselişle 90 binlere gelmiş. Banka endeksi ise yüzde 88 oranında yükselerek BIS'i adeta tek başına sürüklemiş. Sanayi endeksi ise sadece bankaların yarısı kadar, yüzde 45'lik bir yükselişte kalmış.
BIS'deki şirketlerin nerede ise tamamı sanayi şirketi olan yüzde 25'lik hissenin fiyat yükselişini bırakın değerleri düşmüş.
Bir o kadar da şirketin değeri sadece yüzde 10-20 kadar göstermelik yükselişler yaşamış.
BIS'de bankaların dışında kim kazanmış?
En fazla kazanan şirketler ithalatçılar ve TEKEL konumundaki şirketler. Yani ya banka olacaksın veya piyasa hakimi olacaksın veya da ithalatçı.
Mesela menşei yabancılara ait olan otomotiv firmaları müthiş yükselirken oto yan sanayi adeta dökülmüş.
Şimdi siz endekse bakarak her şey yolunda diyebilir misiniz? Veya makro başarılar ile mikro sorunları örtebilir miyiz?
Robert De Niro 2009 yılında oynadığı "her şey yolunda" filmi aklıma geliyor. Filmde eşini kaybeden bir baba, dağılmış olan çocuklarını ziyarete karar verir. Ama bir fark vardır. Yıllarca ihmal ettiği çocukları hakkında eşi hep iyi şeyler anlatmıştır.
Oysa gerçek farklıdır.