M. Kemâl, Eskişehir civarında, Yunan Ordusu’yla ‘İn Önü’ denilen mıntıkada cereyan eden çatışma veya muharebelerin cereyan şeklini Âfet İnan’a yazdırırken, Âfet Hanım, ‘Paşam orada öyle bir muharebe olmamıştı’ diye bir hatırlatma yapınca.. Paşa, ‘Tarihi, yapanlar yazdırır, ben ne diyorsam, sen öyle yaz..’ der; Âfet İnan’ın hâtırâtında anlattığına göre..
Çünkü, muhtemelen, ya hâfızasında yanlış kalmıştır; ya da, zihninde çizdiği tabloyu anlatırken farazî bir muharebeyi de tabloya eklemiştir, vs..
***Hemen belirtelim ki, şu, ‘Tarihi yapanlar yazdırır’ lafı, tamamiyle boş da değildir; belki biraz noksandır. Her halde, ‘resmî olarak kabul edilen tarih’ demek daha doğru olur.
Çünkü, tarih denilen ve artık geçmiş zamanda kalan hadiselerin bir de ‘mağlûblar eliyle ve diliyle yazılmış- anlatılmış olanı’ vardır ki, o, ‘gizli tarih’tir; o gizli tarihlerde galiblerin anlattıklarının tam tersine laflar edilir. Ama, mağlublar ve takipçileri galib gelinceye kadar, o tarihten açıkça söz edilemez.
***Bir de, ‘Tarih, belgelere dayandırılarak yazılır..’ sözü vardır ki, konunun daha iyi anlaşılması için şu nükteyi aktarmakta fayda var.
Bir kumandan, savaşta kaybetmiştir, askerleri ölmüş, kaçmış veya esir düşmüştür.. Tam bir hezimet..
Ama, kumandan, kâtibine; ‘Askerlerimiz kahramanca savaşıyorlar, düşmanı kovalıyorlar, vs..’ diye yazdırmaktadır.
Kâtib, ‘Kumandanım, hani nerede o askerlerimiz, her şey bitti..’ deyince, kumandanın sözü ‘tarih belgelere dayanır’ lafına çok itibar edenleri uykularından uyandıracak mahiyettedir:
-Ben ne dersem sen onu yaz oğlum.. Bu yazdırdıklarım, geleceğin tarihçisi içindir..’
Sahi, tarihî belgelerin değindiği konuların hakikati nasıl ‘kesin’ kabul edilecektir?
Evet, nice hezimetler vardır ki, kumandanları tarafından, tarihe ve geleceğin tarihçilerine bırakılan belgelerde ‘Şanlı bir zafer..’ şeklinde anlatılmıştır.
***Bunun en çarpıcı örneğini B. Amerika tarihinde, Kızılderili’lerle beyazlar (gerçekte ise, göçmen veya istilâcı durumunda olanlar) arasındaki muharebede yaşanır.
Beyaz General, askerlerini, ‘Kızılderililerin eline düşmektense, namlunuzda daima bir mermi hazır bulunsun, o tahammül edilmez eziyetlere uğrayarak ölmektense, intihar edersiniz..’ diye kesin bir şartlandırmayla eğitmiştir.
Bir gece, ordu bir vâdide istirahate çekilir, 1875-76’da.. Ve, resmî tarihe göre, ‘Kızılderililerin baskını’ sonunda komutan ve askerleri en barbarca yöntemlerle toptan imha edilir.
Tabiatiyle, o general ve askerlerinin kahramanlıkları üzerine destanlar yazılır, ağıtlar yakılır, 100 yıl..
Ama, aradan 110 sene geçtikten sonra, 1985’lerde, ‘Artık gerçeği açıklamanın zamanı gelmiştir..’ denilir.
Anlaşılır ki, kahramanca verilen bir savaşta uğranılan bir mağlubiyet yoktur. Askerlerden birisi, ‘uyur-gezer’ hastasıdır ve rüyasında Kızılderili Baskını’na uğradığını görür ve derhal silâhına sarılıp kafasına sıkınca, gecenin karanlığında atlar ürker, uyanan her asker Kızılderili Baskını’na uğradığının zannıyla kendi kafasına bir mermi sıkarak intihar eder.
Alınız size, tarih; masal gibi iddialar..
***Bunları niçin mi anlatıyorum?
TRT 1’de (evet, Devlet televizyonunda) 20-21 Kasım gecesi ‘Gündem Ötesi’ diye bir proğramda, Osmanlı’nın çöküşüyle noktalanan ‘İttihad-Terakki Dönemi’nin acar istihbaratçısı olarak ün yapan ‘Eşref Kuşçubaşı’ üzerine, ve sık-sık, ‘Ben tarihçiyim, ben belgelere bakarım..’ diyen bir akademisyenin anlattıkları üzerine..
Bizdeki modern istihbarat’ın, MAH ve MİT’in öncüsü sayılan Kuşçubaşı’nı karalamak için ne lâzımsa, o yapıldı.
Gerçi Batı Trakya Cumhuriyeti’ için nasıl çırpındığı da itiraf olunmadı değil..
Ama, sözkonusu akademisyen, Eşref Kuşçubaşı’nın ‘narsistik’ (kendisini ululayan, yücelten, kendi varlığına tapınan) bir ruh yapısının olduğuna sık sık vurgu yaptığını, yalanlarla dolu olan hâtırâtıyla kendisini büyük göstermeye çalıştığını anlatırken, o dönemin nice narsistik ve hâlâ dokunulamayan ‘ikon’laştırılmış isimleri üzerinde son derece dikkatli ve saygılıydı, 2 saati aşkın bir süre..
***Elbette, mes’elem, o akademisyenin anlattıklarını yalanlamak veya doğrulamak değil. Ancak, ömrü gerçekten de -istihbaratçılık mesleğinin gereği olarak da-, karanlık bir tünelde geçen bir kişi hakkında, böylesine magazinel bir tarih tartışmacılığı doğru mudur?
Kaldı ki, sadece şu son 100 yılda bile ‘narsisit/ kendisine tapınan ve hattâ taptıran niceleri vardı ki, kendilerini ‘yarı-tanrı’, hattâ ‘tanrı’ olarak görüp, üstlendikleri askerî vazifelerinin de ötesinde, hayallerindeki ülkeyi kurmak için, ‘toplum mühendisliği’ne soyunarak, milletin bütün temel değerlerine de savaş açmışlardı. (Falih Rıfkı’nın ‘Çankaya’sında yazdıkları yeteri kadar öğreticidir, bu konuda..)
Ki, o anlı-şanlı isimler bazan, tamamiyle şahsî rekabetler için bile hareket etmişlerdi. Nitekim, sözkonusu proğramda, M. Kemal’in Libya’da aldığı bir yenilgi üzerine mazeretler üretmeye bile âzamî dikkat gösteriliyordu. Bu vesileyle ekleyelim ki, ‘Kemalizm tarikatının ‘şeyh-i ekber’i’ sayılabilecek konumda olan Fâlih Rıfkı (Atay), M. Kemâl’e, ‘Libya’ya niçin gitmiştiniz..’ diye sorduğunu, onun da, ‘Enver gittiği için..’ diye karşılık verdiğini yazar.
(Fâlih Rıfkı, bu cevabı değerlendirirken, ‘Akılsızca da olsa kahramanlık şöhreti veren hiçbir sergüzeştte ondan geri kalmamalı idi.’ der. (‘Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri, Kültür Bakanlığı’nın 1981 tarihli yayını..)
***Tamam, Kuşçubaşı da, sonunda ülkenin içinde bulunduğu güç durumdan kurtulması için, istihbarat alanında anlaşılması kolay olmayan karanlık irtibatlar içinde çetin mücadeleler verirken, Çerkez Edhem’le birlikte hareket etmiş ve amma, sonra, Ankara’daki komutanlarla zıd duruma düşmüşler ve yenileceklerini anlayınca, işgalci Yunan ordusu saflarına sığınarak hayatlarının en büyük hatalarını yapmışlar ve de ‘hain’ diye suçlanmışlardı. Halbuki, o firar ve sığınmadan birkaç ay öncesinde, Batı Anadolu , Marmara ve Orta Anadolu’daki bir çok isyanların bastırılmasında büyük etkisi olan Edhem Bey, Meclis tarafından, Ankara’yı teşrif etmesi için yazılan dâvetnâmede, ‘Münci-i Millet / Millet’in kurtarıcısı’ diye anılıyordu. Ama, hadiseler sonra başka yönde gelişti ve Edhem Bey ve Eşref Kuşçubaşı ‘150’likler’ denilen listeye alınıp vatandaşlıktan çıkarılmışlar, Edhem Bey Yunanistan’da 6 ay kadar sonra Ürdün’e geçmişti.
M. Kemal’in ölümünden sonraki dönemde Çerkez Edhem için aff çıkarılması sözkonusu olunca, ‘Ben suç işlemedim ki, affı kabul edeyim..’ diye ülkeye gelmemiş, 1948’de Ürdün’de vefat etmiş; Kuşçubaşı ise, Yunanistan’a geçmiş, Girit’te yaşamış ve Demokrat Parti iktidara gelince, 1950’de Mısır’dan yurda dönmüş, vefat ettiği 1964’e kadar hâtırâtını yazmıştı.
Şimdi o sağa-sola savrulmuş bazılarına kanunen veya fiîlen hiç dokunulamazken, sadece belirli kişileri üstelik de devlet tv.nunda böylesine tek yönlü gündeme getirilmesi sağlıklı mıdır?
***Bu vesileyle, tekrar edeyim, Kuşçubaşı, -sözkonusu proğramda iddia edildiği üzere-, yalan da söylemiş veya konuları sonrada karıştırarak anlatmış da olabilir; ama, bu, hangi hâtırât türünde yoktur ki?
Şevket Süreyya da, ‘Nutuk’ tarihî değil, siyasî bir belgedir. Yanlışları ve hattâ yalanları da vardır..’ dememiş miydi?
Kezâ, Lâtife Hanım’ın hâtırâtı üzerindeki ve vefatında sonra 30 yıldan yayınlanabileceği kaydı sona erince, zamanın TTK Başkanı Y. Halaçoğlu’nun 2006’da tv. da açıkça beyan ettiği üzere, ‘Eğer bu hâtırât yayınlanacak olursa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yeni baştan yazılması gerekir..’ diyerek, mahkemeden, Lâtife Hanım’ın yakınlarının başvurusu üzerine denilerek, ‘hiç yayınlanmaması için’ hüküm çıkarttırılmamış mıydı?
Böyleyken, tarihin mağlublar tarafına düşmüş ilginç bir simâsını yerden yere vurmak âdil bir tarihçinin mi işidir?