Geçen hafta sonu Abant Platformu’nda idim. Toplantı, Abant geleneğine uygun olarak, dolu, renkli ve çok sesli idi. Türkiyeli kadar yabancı katılımcı da vardı ve bir dizi temel meseleyi derinlemesine konuştuk.
Toplantıda gündeme gelen tartışmalardan birini ise, açıkçası, ben başlattım. Özetle, şöyle bir şey diyerek:
“Türkiye’nin sadece PKK hareketiyle değil, ‘darbeci’ veya ‘Ergenekoncu’ dediğimiz çevrelerle de bir ‘barış’a ihtiyacı var. Oysa ‘hesaplaşma’ diye sürekli yeni tutuklamalar, hapisler yaşandıkça, bu uzlaşma mümkün olmuyor.”
Bu görüşe katılanlar kadar, bunu “saflık” veya “Polyannacılık” diye eleştirenler de oldu.
Tam bu sırada Başbakan Erdoğan’ın “Balyoz mahkumu” emekli general Ergin Saygun’u hasta yatağında ziyaret etmesi ise, tartışmanın sıcaklığının altını çiziyordu.
Başbakan’ın bu “jest”ini doğru bulanlardan biri olarak, neden öyle düşündüğümü ve neden “artık barış zamanı” dediğimi izah edeyim.
Kediye kedi demek
Evvela, son on yılda hem siyasi hem de hukuki yollardan üzerine gidilen “eski Türkiye”nin temel niteliğini doğru tarif etmek gerek.
Buna bugüne dek “vesayet rejimi”, “statüko”, “darbecilik” gibi üstü kapalı nitelemeler yapıldı. Hatta “İttihatçılık” bile dendi, ne âlâkası varsa. (Sanki her okul duvarında Enver Paşa’nın “Gençliğe Hitabe”si asılıymış gibi.)
Oysa eski Türkiye’nin temel vasfı, “Kemalizm” idi. Bunu savunanlar, “Atatürk ilke ve inkılaplarına” bağlı olmakla, diğer vatandaşlarda bulunmayan bir yetki ve ayrıcalık kazandıklarını düşünüyorlardı. (Merhum Toktamış Ateş gibi “demokrat Atatürkçüler” de vardır; onları ayırıyorum.)
Darbeler de, vesayet de, kapatma davaları da, hep Kemalizm adına ve onun verdiği meşruiyet zemininde gerçekleşti. “Ergenekon”, aynı ideolojinin yer altına inen haliydi.
Neyse ki, son on yıldaki tüm “Kemalist restorasyon” çabaları başarısız oldu. Bu çabalara pabuç bırakmayan herkes de tebrik edilmeyi hak etti.
Ama bundan sonraki kritik soru şu: Eski düzenin geri dönmemesi için ne yapmak lazım?
“Hesap soracağız” diyerek, daha yüzlerce, binlerce insanı tutuklamak, tasfiye etmek, daha da büyük bir “devr-i sabık” yaratmak mı?
“Üzüm yendiğine”, yani demokrasi tahkim edildiğine göre, eski bağcılarla uğraşmamak, aksine onlarla barışıp uzlaşmak mı?
Milli mutabakat
İşte bu iki seçenekten ikincisini savunuyorum ben. Bunun da iki ayrı sebebi var
İlki, “hesap sorma” sürecinin, kısmen de olsa devletin eski yasaları ve usulleriyle yürüdüğü için, bazı haksızlık ve mağduriyetler oluşturduğunu görmem.
İkincisi ise, “uzlaşı”nın daha güvenli bir seçenek olduğuna inanmam. Asıl tehlikeyi, “tam saha pres”in derinleştireceği “rövanş” arayışlarında görmem.
Burada bir nüansı görmek lazım: Kemalist dünya görüşünde siyaset bir “sıfır-toplam oyunu”dur. Yani bir taraf kazanırsa diğer taraf mutlaka kaybeder. Dolayısıyla Kemalistler, eğer iktidarı kaybederlerse, hem Türkiye’nin hem kendilerinin mahvolacağını düşünürler.
Dolayısıyla bu ezberi bozmak ve kendilerine göstermek gerekir ki; mahvolmayacaklar, “ikinci sınıf vatandaş” da olmayacaklar, sadece onyıllardır elde tuttukları “birinci sınıf” mevkiyi bırakıp “eşit vatandaş” haline geleceklerdir.
Çünkü, nihayetinde, “millete tepeden baktıklarından” yakındığımız Kemalistler de “millet”in bir parçasıdır.
Dolayısıyla, gerçek bir “milli mutabakat”ın onları da içermesi zorunludur.
Ve PKK’yla dahi silah bırakma karşılığında “barış” aradığımız bir dönemde, onların da silah bırakması (yani darbecilikten vazgeçmesi) bence “yeter şart” olacaktır.