Başkan Erdoğan'ın Konya'da gençlerle buluşmasında, hem gençlerin sorularını ve görüşlerini , hem de Tayyib Bey'in onlarla bir C.Başkanı gibi değil, âdeta bir büyük ağabeyleri gibi, mesafesiz ve oldukça samimî bir hava içinde yaptığı sohbetini dün akşam dikkatle dinledim.
O buluşmaya katılan gençlerden bir hanım kız da, Erdoğan'a, Dünya Kupası açılış törenleri için gittiği Qatar'da Mısır lideri A. Fettah Sisî ile buluşmasının ileride neler getirebileceğini sorunca..
Tayyib Bey'in, o buluşmanın Qatar Emiri'nin çabasıyla gerçekleştiğini belirttikten sonra, 'Sisî ile 40-45 dakikalık özel bir görüşme yaptıkları'nı da ifadeyle, 'Mısır halkıyla bizim halkımız arasındaki bağların çok güçlü olduğunu, bu bağları başkalarına kaptırmamak gerektiği'ni dile getirmesi ve Birleşik Arab Emirliği'yle Türkiye arasında meydana gelen soğukluktan da kimlerin ve nasıl istifade ettiğini ve o soğukluk giderilince şimdi bu durumdan kimlerin rahatsız olduğunun görüldüğünü' söylemesi ilginçti.
*
Evet, Mısır'la aradaki 9 yıllık kopukluğun, Türkiye'ye sadece Doğu Akdeniz'de bile nelere mal olduğu hatırlanabilir. Mısır, İsrail ve Kıbrıs Rûm Yönetimleri'nin üçlü bir anlaşmayla, Doğu Akdeniz'i, kendilerine aid bir 'Münhasır Ekonomik Bölge' olarak ilân etmeleriyle, 'Türkiye'yi Doğu Akdeniz'de hareket edemez hale getirdikleri'nin hatırlanması gerekir.
*
Elbette bu durumda, Türkiye de, Libya ile arasında, iki ülkenin anakarasının, 200 metreden daha derin olmayan 30 km. eninde, 600 km.'yi aşan bir deniz dibi şeritinin birbirine kavuştuğunu keşfedip, o deniz dibi alanını ikili bir 'Münhasır Ekonomik Bölge' ilân ederek ilginç bir karşılık vermesi büyük bir hamle idi. Bu durumun, Mısır- Sisî rejimini ne kadar rahatsız ettiği biliniyor.
Ama, asıl rahatsızlığı, Mısır'daki İslâmî hassasiyeti yüksek çevrelerin çektiği de bir başka gerçekti. Evet, Tayyib Bey'in de ifade ettiği üzere, 'Mısır halkıyla bizim halkımız arasındaki tarihî bağ, diğer Müslüman halklarla olan bağlardan çok daha güçlü' idi.
*
Ama, Mısır'la ilişkiler durup dururken bozulmamıştı..
O süreci bir daha hatırlayalım..
2011 Baharı'nda, Tunus'ta patlak veren halk ayaklanması, Tunus'daki 24 yıllık Zeynel Âbidin bin Ali rejimin devrilmesiyle durmamış; Mısır'daki 30 yıllık Hüsni Mübarek, Yemen'deki 34 yıllık Ali Abdullah Salih ve Libya'daki 42 yıllık Muammer el'Gaddafî rejimlerinin arka arkaya devrilmesini Suriye'deki 50 yılı aşkın Baas Partisi diktatörlüğü ve (Baba-Oğul Hâfız ve Beşşâr) Esed Hanedanı'nın da takib edeceği ve yıkılacağı düşünülürken; Suriye'ye ortak coğrafî sınırları olmadığı halde müdahale eden İran, Rusya ve Amerika, bu ülkede kendilerine mahsus kontrol bölgeleri oluşturmuşlar, Beşşar rejimini ne pahasına olursa olsun ayakta tutmayı sürdüreceklerini gösteriyorlardı. Ve bu durum, Suriye'yle 910 km'lik ortak sınırı ve 400 sene birlikte yaşanmış bir ortak tarih ve hattâ on binlerce ailevî ve kan bağı olan Türkiye'yi tehdit ediyordu.
*
O sırada başbakan olan Tayyib Erdoğan, aralarında yakın dostluk bulunan Beşşâr Esed'in de benzer bir âkıbete uğramaması için, Dışişleri Bakanı A. Davudoğlu'nu yaklaşık 6 aylık bir zaman dilimi içinde, 5-6 kez Şâm'a göndermiş, neler yapılabileceğini veya yapılması gerekenlerin ne olduğuna dair görüşlerini iletmiş ve rejime yönelik silâhsız protesto hareketlerine zinhar, silahlı müdahalede bulunulmamasını tavsiye etmişti.
Ancak, Suriye rejimi, özellikle Ürdün sınırı yakınlarındaki Deraa'da yapılan büyük protestolara hava bombardımanı ile karşılık vermiş; yüzlerce sivil ve silahsız protestocu ölmüş; bu duruma itiraz eden AB ülkeleri temsilcilerine Beşşâr Esed, 'Orduya söz dinletemediğini' söylemiş, Türkiye'ye de aynı gerekçeyle kendisini mâsum göstermeye çalışmış ve amma, dönemin Türkiye C. Başkanı Abdullah Gül, 'Suriye yönetimi bize doğruyu söylemiyor ve güvenimizi yitirdik..' diyor, Suriye rejiminin meşruiyetini kaybettiği kanaatiyle ipler tamamen kopmuş oluyordu.
*
Beşşâr Esed, o günleri, İran ve Türkiyeli gazetecilere verdiği mülâkatlarda anlatırken özetle; 'Evet, Erdoğan'la dost idik. Refikam Esmâ da, canı istediği zaman, hiç bir teşrifât/ protokol kuralına bakmaksızın, İstanbul'a gidip, Emine Hanım'ın misafiri olabiliyordu. Ama, Erdoğan'la aramızda ciddî bir farklılık vardı.. Erdoğan İkhwan kafalı idi.. Biz ise, Ortadoğu bölgesinin gerçek ve tek laik rejimi idik.. Biz o sırada Suriye'deki Kürd gruplarını silahlandırarak, onların kuzeydeki Suriye- Türkiye sınırı boyunca, Türkiye'yi meşgul etmesini sağlamıştık..' Vs. demişti.
*
İşte o günlerde, Mısır'daki Husni Mübarek rejimi de devrilince.. 2012 yılının ortalarında Mısır'da ilk olarak serbest seçimler yapılmış, 'İkhwan'el Muslimîn'in adayı olan Muhammed Mursî Mısır cumhurbaşkanı seçilmişti. Mursî de, Erdoğan Türkiyesi'ne dostluk beslemekte, Suriye rejiminin meşruiyetini yitirdiğini söylemekteydi.
O sırada, Mursî'nin Savunma Bakanı olan bir general Türkiye'ye geliyor, Türkiye M. Savunma Bakanı ile görüşmeler yağıyor, anlaşmalar imzalıyor; bu arada, başbakan Erdoğan'ı da ziyaret ediyor ve Erdoğan'a, 'sadece kendilerinin değil, bütün Müslümanların hayran olduğunu, icraatıyla Müslümanların yolunu aydınlattığı'nı dile getiriyordu. Amma bu general 3 ay kadar sonra Mursî'yi, henüz iktidarının 11'inci ayında ve 'pahalılığı önleyemediği' gibi gerekçeyle bir askerî darbe ile deviriyor, bu darbeye karşı çıkan binlerce insanın bir sabah namazı için toplandığı Kahire'deki Rabia-t-ul Adeviyye Meydanı'nda asker namlularının hedefi yapıyor ve 2500 kadar insan can veriyor, binlercesi de yaralanıyordu. Evet, bu kişi, General Sisî idi. Böylesine eli kanlı bir kaatil karşısında elbette ki bir aksülamel, bir tepki oluşacaktı..
Nitekim, Erdoğan Hükûmeti ise Mısır rejimi arasındaki ipler de böyle kopmuştu.
Ve aradan 9 yıl geçti, ancak görüldü ki, bu irtibat kopukluğundan, Sisî rejimi değil, Mısır halkı zarar görüyor ve ona dostluk eli uzatanlar da bölgenin diğer İslam düşmanı rejimler oluyordu. Evet, eli kanlı bir rejim idi, ama, bütün emperial güçler de mazlum yüzbinlerce insanın kanına girerek sürdürmüyorlar mıydı, tahakkümlerini?
*
Bazıları, Türkiye ile Mısır arasındaki irtibatın yeninden kurulmasını reel-politik anlayışıyla izah ediyorlar ve amma özü itibariyle dramatik bir durum olarak değerlendiriyorlar ve bunu yaparken, nice ülkelerin güçlerinin, mazlum kanları dökmekten kaynaklandığı görülmek istenmiyordu. Bu merhalede anlaşılması gereken, onları temize çıkarmadan, diğer nice kan içici hükûmetler nasıl irtibat kuruluyorsa, Mısır ve Suriye rejimlerini temize çıkarmadan, onlarla da irtibat kurmak da yanlış olmasa gerekir.