Irak, bölgemizde kurulduğu günden beri otoriter istikrar dönemleri bile uzun sürmemiş kaotik ülkelerden birisi. Özellikle son 35 yılı savaş, işgal ve iç savaşla geçen ülkede, geçen yüzyılın hem bölgesel düzen anlamında hem de ülke içerisindeki yönetim krizlerinden dolayı ortaya çıkan siyasi, insani ve ekonomik maliyetin eşsiz olduğunu söylemek mümkün.
Irak, İran İslam Devrimi sonrası komşusuyla savaşa tutuşmasıyla birlikte, krizini İran’ı da içine alacak şekilde genişletmişti. Batı’nın yoğun müdahalesi ve Saddam’a desteğinden dolayı, bu kriz ihracında bölgesel aktörlerin rolü ve bölgesel yansıması gölgede kalmıştı. Körfez Savaşı’yla birlikte, Amerika’nın Irak’a müdahalesiyle Irak krizi bölgeye ilk kez yoğun bir şekilde yansımıştı. Uygulanan ambargodan dolayı kriz bölgesel olarak hissedilse de, Irak izole edilmiş bir iç kanama sürecini 2003’e kadar en ağır şekilde tecrübe etmişti. Ülke, ikinci Amerikan işgali sonrasında ise iç kanama sürecinden çıkarak, aldığı ağır yaranın acısını önce içeride en sert şekilde hissetti, ardından da hızla bölgeye ihraç etmeye başladı.
2003 işgaliyle Irak’ta açılan pandoranın kutusundan çıkan şey etnik-mezhepçi şablon oldu. Irak şimdilerde, etnik ve mezhebi hatlar üzerinden aynı anda kimliksel parçalanmanın ama coğrafi ve siyasi olarak bölünememenin kısır döngüsünü yaşıyor. Saddam’ın ve Maliki’nin etnik-mezhepçi politikaları, İran’la savaş, Amerika ile işgalin sebep olduğu yıkım bile Irak’ın nihai parçalanması için yeterli olmadı. Bunca kanlı müdahaleden sonra Irak, yarım asra yaklaşan fasit dairesinin dışına çıkabilmiş değil. Maliki döneminin kapanmasıyla yeni bir sayfa açılıp açılmayacağı ise en önemli başlık.
Tam da bu noktada Türkiye’nin pozisyonunun ne olacağı Irak’ın kaderinde etkili olacak. Sadece 2003 işgali sonrası Türkiye’nin Irak’a dair takındığı tavırların, zaman zaman kapasite sorunları yaşanmış olsa da, başı sonu belli bir politikaya tekabül ettiği görülür. Türkiye, 2003 işgaline ortak olmayarak küresel dalgadan ve bölgesel pozisyonlardan ayrı düşen, hemen ardından Komşu Ülkeler Konferansları girişimiyle sorumluluk alan, 2005 Irak seçimlerinin bütün sorunlu tabiatına rağmen gerçekleşmesini sağlayan, 2010 seçimlerinde heba edilmiş olsa da bugün Maliki sonrası oluşan atmosferin tesis edilmesini sağlayan ülke oldu.
Türkiye’nin bu muhkem çizgisinin tahkim edilmesi için gerekli rasyonalite, IŞİD zuhur edene kadar maalesef Batı ve bölgesel aktörlerce gösterilmedi. IŞİD marifetiyle Irak’ın acı gerçekleriyle yüzleşmek ise olabilecek en zorlu siyasi ameliyatın yapılmasını icbar ediyor. Maliki sonrası neredeyse bütün aktörlere sistem içinde siyasi güç transferi yapılarak kanama durdurulmaya çalışılıyor. Bu kısmen etkili bir metot. Ama orta ve uzun vadede yeni bir fasit daireden başka bir anlama da gelmiyor. Irak üzerindeki vesayet dinamiklerinin de ortadan kalkmadığı hesaba katılırsa, Irak’ın kabul edilebilir bir istikrara kavuşması için çok daha etkin ve kurucu bir siyasetin ortaya konması gerekiyor.
Iraklı bütün aktörler, Batı’nın ve bölgenin mezhepçi aktörlerinin bir kamuflaj olarak kullandıkları “IŞİD tehdidini” olabildiğince köpürterek önlerindeki krizle yüzleşmekten kaçınıyorlar. Bu noktada Türkiye’nin sağlayabileceği katkının eşsiz olabileceğini söylemek gerekiyor. Zira2010 “Irakiyye çözümünden” daha gerçekçi ve uygulanabilir bir yaklaşım ortalıkta görünmüyor. Irak muhtemelen kısa zaman içerisinde Almanya’yı da geçerek Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olacak. Askeri anlamda Kıbrıs hariç tutulursa yine önemli bir yerleşik merkeze dönüşmüş olacak. Enerji entegrasyonu ise en üst düzeye çıkacak. 2011’de akamete uğrayan ortak kabine toplantıları 2014 sonunda yeniden başlayacak. Bütün bu dinamiklerin karşısındaki manzara ise etnik-mezhepçi parçalanma. Irak’a dair konforlu bir yol haritası bulunmuyor. Karşılıklı mecburiyetlerden bir çıkış aramak, kabul edilebilir bir yol haritasını da ortaya çıkaracaktır.