Dış politikada terör, şiddet ya da çatışma kullanıldığında bir süre sonra “bumerang” etkisi denen bir etki ortaya çıkar. Yani bugün birilerini öldürmeye dayalı politikayı benimsemiş her devlet ya da grup, yarın benzer bir muameleyle karşı karşıya kalıyor. Bu durum neredeyse uluslararası ilişkilerin doğası gibi bir şey.
Örneğin yıllarca SSCB’nin PKK’yı desteklediği düşüncesi hakimdi. Çok değil, bu desteğin verildiğinin düşünüldüğü yıllardan yaklaşık on-on beş yıl sonra Rusya da Karadullar ya da Çeçen terörü denen terörle karşılaşmış, epeyce de insanını kaybetmişti. Bir diğer örnek ise İsrail’den verilebilir. FKÖ’yü bölüp Filistin hareketini zayıflatmak amacıyla Hamas’ın kurulmasının bizzat İsrail tarafından desteklendiği ileri sürülür. Yıllarca FKÖ’yü oradan oraya sürmeyi başaran İsrail, Hamas ile girdiği mücadelede yıprandığı kadar hiçbir savaşta yıpranmamıştır.
Benzer biçimde, Hamas’ı tanımamakta, Filistin devletinin kurulmasına engel olmakta ısrar eden İsrail, bugün liderlerini Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken görme aşamasına yaklaşmış durumda.
Riskler
Örnek çok. SSCB’nin Afganistan’daki ilerleyişini durdurmak için uluslararası dayanışmayla oluşturulan El-Kaide, ABD, İspanya ve İngiltere’yi vurmuş, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki etkisini kırmış, Afrika’daki Batılıların varlığını tehlikeye sokmayı başarmış; yıllarca Suriye’yi aklından çıkaramayan Fransa ise Suriye’de eğitim görmüş üç kişiyle tamamen paralize olmuş vaziyette.
Sadece paralize olan Fransa olsa iyi, tüm Avrupa ülkeleri saldırıya uğrama beklentisine sürüklendi. Belçika’da asker sokağa indi, İngiltere başbakanı sosyal medya ağlarının yasaklanmasını istedi, İspanya’da evler aranmaya başladı. Üç kişi eylem yaptı, beş yüz milyon insan terörize oldu. Gerçekten çok başarılı bir eylemmiş.
Şiddet ve terör politikası, başlatıldığı yere geri döner iddiası doğruysa, Avrupa ülkelerinde neden korkunun hakim olduğunu anlamak zor olmaz. Üstelik bu korku, sadece bir terör saldırısına maruz kalma ihtimaline dayanmıyor; farklı inanç grupları arasında giderek artan “ayrışma”nın yarattığı ortam da bir tehdit oluşturuyor. Bu işin ulusal boyutu; bir de uluslararası boyut var. İnançlar üzerinden artan ayrışmalar, bazı devletleri bazı bölgelerden çekilmeye zorluyor.
Değerler mücadelesi
Avrupa’da camiler, Afrika’da kiliseler yakılıyor. Avrupa’daki bazı kesimler Müslümanları istemiyor, Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerdeki bazıları da Hıristiyanları. Bu arada belirtelim Yahudileri hiçbiri istemiyor.
Birileri İslami değerlere hakaret ettiği gerekçesiyle öldürülen insanların katillerini destekler hale geliyor, başka bazıları da bunca kan dökülmüşken hala ısrarla kutsal değerleri tahrik etmeye devam ediyor. İş giderek daha fazla “değerler” savaşına doğru gidiyor. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, inançlar ve hakaretler üzerinden her kesim bir pozisyon alıyor. Kabul edelim ki bu tür savaşların kazananı olması mümkün değil.
Üstelik bugün “ötekine” yönelik olarak yapılan her eylemin bir biçimde geri teptiğini yeniden hatırlamak gerek. Gün, başkasının acısına, değer ve inançlarına sahip çıkma ve kendi değerlerimize de başkalarının sahip çıkmasını sağlama günü. “Bizden olanla” haklılıkları ve mağduriyetleri paylaşmak moral gücü artırabilir, ama esas siyasi başarı bu paylaşımları “bizden olmayanla” yapabilmekte.