Güneyimizdeki boğuşmayı doğru değerlendirmeliyiz. Burada bugünün değil, dünün de değil evvelki günün savaşı yaşanıyor. Avrupa bu kanlı hesablaşmayı 17. Yy.’da yaşadı ve 1555 Yılı’nda imzâlanan “Augsburg Din Barışı Andlaşması” ile sonuca bağlandı. Daha doğrusu bağlanıldığı sanıldı.
Bu muâhedenin anahtar cümlesi “Cuius regio, eius religio!” idi; kim hükümdarsa onun dîni!
Yâni bir ülkeyi yöneten kimsenin dîni/mezhebi ne ise ora halkının inancı da aynen öyle olacakdı.
Tabii böyle bir zorlamanın yürümeyeceği belliydi ama savaşmakdan da herkese artık gınâ gelmiş olduğundan “sanki imiş gibi kuralı” yürürlüğe konuldu ve din yüzünden insanlar birbirlerini kırmaya devâm etdiler.
Bu vahşetin günümüzde dahî hâlâ bütün şiddetiyle hüküm sürdüğüne en yeni delil, eğer delil gerekse, işte hâlen güney sınırımızın iki metre ötesinde izlediğimiz savaşdır.
Fakat olayları sâhiden de doğru değerlendirmek istiyorsak hem bu sonuncunun hem de târih boyunca yaşanmuış din kisveli bütün savaşların aslında öyle muhayyel bir cennet uğruna filan değil her zaman fevkalâde maddî ve katı menfaatler uğruna yapıldığını tesbît ederiz. Dindi, Cennet-i Âlâ idi şuydu buydu bunlar işin ambalajıdır.
Eğer çağımızdaki savaşları da doğru okumak isterseniz onları meselâ demokrasilerle dikta rejimleri arasındaki boğuşma yerine yeryüzü ekonomisine kimin hâkim olacağı zâviyesinden bakarak tahlîl ederseniz daha sıhhatli sonuçlara varırsınız.
Bu bağlamda bölgemizin çatışmalarında Türkiye’nin pasif kalarak hâdisâtı tribünlerden izlemesi tabii ki imkânsızdır.
Türkiye, 1040 Dendânekan Meydan Muhârebesi’nden yâhut en geç 1071 Malazgird’den bu yana çok geniş bir havzanın bir numaralı aktörü ve rejisörüdür. Bâzı aralar bu işlevlerini başkalarına kaptırır gibi olduysa da, en zayıf anlarında, hattâ ölüm döşeğinde yatarken bile, bütün bu mahallenin, hattâ bütün semtin olmazsa olmazı bir pozisyonu kesinlikle kaybetmemişdir.
Onun için Ankara bütün bu “havâlî”de uçan kuşla dahî ilgilenmek mecbûriyetindedir. “Aaaabiiiyyy, bundan bana ne?” demek lüksüne sâhib değildir. Bunu belki bâzı CHP’li büyüklerimiz söyleyebilirler ama onlara uymamak yerinde olur. Uyarsanız hayâtî tehlikeye girmiş olursunuz.
Zâten, çok şükür ki son yıllarda bunu yapan da yok.
Meselâ 24 Mart 2013 târihli “New York Times”da “Arms airlift to Syria rebels expands, with aid CIA” başlığını taşıyan ve çok sağlam kaynaklar mehaz gösterilerek kaleme alınmış bir incelemeden öğreniyoruz ki Katar, Suûdî Arabistan ve Türkiye; CIA’nın koordinasyonu altında o sıralar bile Esad’a karşı Sûriye’ye devâsâ silah ve her türlü mühimmât sevkıyâtında bulunmuşlar.
Bugün ise Türkiye’nin Irak’da herhangi bir tarafa aktif yardımda bulunup bulunmadığını tabii ki bilmiyoruz.
Benim şahsî kanaatim, gerek Irak’ın gerekse biraz tâvikli olarak Sûriye’nin yakında bölünecek olması yolunda. Belki güney kesimleri, Lübnan’ı da içlerine alarak yeni ve daha doğal bir Arab devleti kurarlar, kuzeydeki Kürdler de önce kendi aralarında boğazlaşıp epeyi kardeş kanı akıtdıkdan sonra birleşip müteâkıben Türkiye ile bir federatif yapı içinde bütünleşirler ve bu Kürd bölgesine Türkiye’deki Kürd vilâyetleri de eklenir.
Netîceten ise bütün Önasya, yüz yıllık Sikes-Picot zilletinden kurtulmuş olur.
Majesteleri Kraliçe’ye de önümüzdeki Noel’e, üzerinde Lawrence of Arabia’nın renkli fotoğrafı bulunan bir kartpostalla selâm ve saygılar irsâl olunur.