İnternetde bir şey ararken Değerli Beşir Ayvazoğlu’nun 27 Kasım 1997 târihli ve “Harrangürrâ” başlığını taşıyan bir yazısına rastladım. Yazı fevkalâde ilginçdi, çünki benden bahsediyordu. Beşir Bey orada benim “keenlemyekûn” (sanki hiç yokmuş/olmamış gibi) kelimesini yanlış olarak “keennemyekûn” şeklinde yazdığıma dikkati çekiyordu.
Aslında yanlış değil.
Gerçi kelime harfler olarak onun belirtdiği gibi yazılır ama Arabcada bâzı harfler kendilerinden önce yâhut sonra gelen harfle kaynaşırlar ve o kaynaştıkları harf şeddeli olarak, yâni çift olarak telaffuz edilir. Meselâ “bi-l-netîce” (bi el netîce, netîce olarak) sözü “binnetîce” şeklini alır.
“Keenlemyekûn” da böyledir. Ben telaffuz edildiği şekliyle yazmışım, “keennemyekûn” diye.
Bu tür kaynaşan harflere “Hurûfü-ş-Şems” (Güneş harfleri) kaynaşmayanlara ise “Hurûfü-l-Qamer” (Ay harfleri) denir.
İsviçre’deki hesâbıma 25 kuruş yatıran her okuyucuya bunun neden böyle olduğunu da anlatırım.
Şimdi diyebilirsiniz, hattâ diyeceksiniz ki “Bunu on altı sene sonra mı farketdin, beAdam?”
Ayıbdır söylemesi, evet!
Ne yapayım, biraz önce gözüme çarpdı. Üstelik ben Beşir Ayvazoğlu’nun yazılarını genel olarak ilgi ve kazançla okurum ama bunu atlamışım.
Şimdi isterse o da benim bu yazımı on altı sene sonra okusun, ödeşelim!
Ama yazıda kendinden bahsedildiğini öğrenince merakdan çatlayacağı için dayanamaz, hemen okur sanıyorum.
Bakalım ne olacak?
Merakdan çatlayacağım!
Türkler ve Kürdler
Bir türlü bitmek bilmeyen bu hikâye muhtemelen yeni bir safhaya giriyor gibi.
Derler ki hep aynı metodla değişik sonuç alacağını sanmak ahmaklıkdır.
Otuz yıl sonra nihâyet, hem Türkler hem de Kürdlerin yavaş yavaş kafalarına dank ediyor ki bu problem şimdiye kadarki usûllerle çözülmez!
Peki, nasıl çözülür?
İlk olarak silahları önce temizleyici, sonra da koruyucu yağla yağlayıp silahlıklara kaldırmak lâzım.
Sonra?
Sonra büyücek bir masa bulup çevresine oturmak!
Almanya’nın Büyük Bilge İhtiyarı, eski Başbakanlardan Helmut Schmidt der ki “Otuz aynetîce alamadan müzâkere etmek otuz dakıyka ateş etmekden iyidir!”
Yalansa yalan deyin!
Kaldı ki burada artık öyle otuz ay filan konuşulacak kadar karmaşık bir mesele de yok!
Gözünü kan ve kin bürümemiş her Türk ve her Kürd biliyor ki aklın ve mantığın emri bu iki kavmin tekrar yekvücûd hâle gelmesidir!
Bunun yolu ise, 1918’de İngiltere ve hınk deyicisi Fransa tarafından Önasya’da çizilen ahlâksızca ve gayrıtabii sınırların tashîhinden geçer!
Irak, Sûriye ve Lübnan birleşip tek bir büyük Arab devletine dönüşür; Irak ve Sûriye’nin kuzeyindeki (Kürdler ve Türklerle meskûn) bölge, Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürdler ve Türklerle meskûn bölgeyi de içine alacak şekilde bir politik “entité” (varlık) oluşturur ve bu devletimsi varlık Türkiye ile berâber “federal” yâhut “konfederal” bir yeni devlet meydana getirir.
Yaklaşık 1.100.000 kilometrekarelik yüzölçümü ve hâlihazırdaki yaklaşık 85/86 milyon nüfûsu ile bu devlet bütün geniş çevresine istikrar ve refah ihrâc eder.
Bu devletin ayrıca Avrupa Birliği’ne katılması da sözkonusu olmaz! Zîrâ bu politik konstellasyon gitgide zâten kendi içinde bir istikrarsızlık unsuruna dönüşmektedir. Ben Türkiye’nin AB’ye üyeliğini başından beri hep, ekonomik mülâhazalarla değil, politik mülâhazalarla savundum. Böylece Türkiye’nin çoğulcu demokratik bir rejime kavuşması kolaylaşır kanaatindeydim ve bu kanaatimin doğru olduğu ortaya çıkdı.
Türkiye bugün, AB’nin de baskısıyla modern bir demokrasi olma yoluna girmişdir. AB ister olsun ister olmasın artık bir daha bu yoldan dönemez.
Kaldı ki yukarıda tasavvur etdiğim derecede güçlü ve iri bir Türkiye’yi AB bir Hıristiyan esâsına dayalı yapı olarak kesinlikle taşıyamaz.
Ama Türkiye, tam üye olma perspektifini de sonuna kadar zorlamalı ve ancak Brüksel “Tamam!” dedikden sonra kendisinin ne diyeceğine karar vermelidir. Çünki ortada Brüksel’in, şimdi artık bin pişmân olsa da, vermiş olduğu bir söz vardır ve “ahde vefâ” esasdır!
Şimdilik fenâ gitmiyoruz.