Mersin Üniversitesi’nden bir grup öğrenci Suriye’de ortaya çıkan işkence ve katliam görüntülerini ayda bir çıkan ve ‘Acaba’ adını verdikleri dergilerinde anlatmak istiyorlar. Sağolsunlar bana da bir mail atmışlar, şöyle diyorlar:
‘Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan Esad’ın işkence yaptığı kişilerin görüntüleri büyük eleştirilere maruz kaldı. Bu işkence konusuna ülke genelinde olan tutum, yabancılaşmış bir şekilde yer aldı. Peki, işkenceye bu kadar uzak mıyız? 80’li yıllarda aynı olayın örneklerini görmedik mi? Cezaevlerinde yaşanılanların üzerinden çok mu geçti? gibi sorular ışığında işkence tarihimize fener tutmak istiyoruz. Sizin de görüşlerinizi almak istiyoruz.’
Gençlerin bu fotoğraflardan sonra bizim ülkemizde de böyle şeyler oldu mu diye merak etmeleri ve bunu araştırmaya yönelmeleri takdir edilecek bir davranış. Bu gençlerin çoğu, bilmek ve araştırmak istedikleri 80’li yıllarda daha doğmamışlardı bile.
Ben ise amcaları, hatta dedeleri olabilecek yaştayım. İtiraf etmem gerekirse, Suriyelilerin paramparça edilmiş bedenlerine ait fotoğraflara ilk baktığım anda aklıma gelen şey, 1991 yazında Diyarbakır’da, evinden alınıp kaçırılan ve birkaç gün sonra da cesedi bulunan Vedat Aydın’ın işkenceyle paramparça olmuş bedeniydi. Vedat’ın o fotoğrafını, bugün her birinden farklı bir vahşet fışkıran bu fotoğraflardan ayırmak imkansız.. Ama Vedat sadece bir örnek. Daha binlercesi var. O halde bu katliam ve soykırım suçlarını eşzamanlı bir tarih içinde yaşamamış olsak da, Suriye’de bugün olanın dün bizde olduğunu, biliyoruz.
***
Açlıktan ve işkenceden öldürülmüş binlerce insanın fotoğrafı!
Esad’ın toplama kampları dünyaya el sallıyor!
Diyarbakır Cezaevi’ne 1980’li yıllarda biri girip durumu fotoğraflarla belgelemeye çalışsaydı, inanın çok benzer görüntülerle tarihe kayıt düşmüş olacaktı: Açlıktan tanınmaz hale gelmiş bedenler, ufalmış insanlar, vücutlar, belli belirsiz ve cılız bir ışık gibi parlayan gözler.. Annem o cezaevinde gördüğüm işkenceden sonra ziyaret kabininde beni tanıyamamış ve Kürtçe’nin yasak olduğunu bildiği için, babama Arapça olarak fısıldamıştı:
Hey Orhan vê-Bu Orhan mıdır?
Babam cevap vermişti:
-E Behiye hey Orhan vê-Evet Behiye bu Orhan’dır.
***
Gençleri yürekten kutlamak gerekir. Üniversitelerimizin, aydınlarımızın, siyasi iktidara ortak olmanın yollarında sıkı bir mücadeleye tutuşmuş sivil toplum örgütlerimizin, pek muhterem burjuvalarımızın, sus pus oldukları bir zamanda gençler kendi tarihleri içinde olup bitenleri Suriye’de olup biten bu vahşet bağlamında merak ediyor ve erdemli bir davranış sergiliyorlar.
Uluslararası toplumun, Esad’ı alternatifi olmayan bir devlet adamı gibi gördüğü ve onunla kokuşmuş bir uzlaşma içinde bulunduğu zamanlardan geçiyoruz. Türkiye’de bu zulme kayda değer bir tepki, insani bir duyarlılık gösterildiğine tanık olmadık. Aralarında benim dostlarımın da olduğu, memleketin en ünlü yazar, siyasetçi ve akademisyenleri yolsuzluğa karşı bildiri yayınlarken, sınırımızın hemen öte yakasında üç yıldır ve sistemli olarak bir ülkenin Türk, Kürt, Arap, Alevi, Hıristiyan, Ermeni ve Süryani, her dilden ve her dinden halkına karşı işlenen katliamlara suskun kaldılar. Aydınlarımız birkaç ay önce de ‘Endişeliyiz’ diye bir açıklama yapmışlardı. Endişenin sebebi hükümetin AB politikalarına dayanıyordu. Aydınlarımız hükümetin AB politikalarından endişe duyuyor, kaleme aldıkları metinde, Avrupalılara seslenerek, ‘bu hükümetin sizin standartlarınıza hiçbir zaman uymayacağını biliyoruz, ama onu cezalandırıp bizi AB’den mahrum etmeyin’ anlamına gelen bir yakarışta bulunuyorlardı. O bildiri, Nobel ödüllü yazarımız dahil, memleketin en ünlü yazarlarının kitaplarını basan bir holdingin yayınevinde hazırlanmış, o ünlü yazarlardan çağrıcı olmaları istenmiş ve yayınevinin sekreterleri insanları tek tek arayarak imza istemişlerdi.
Göz yaşartıcı bir gayret değil mi?
Peki yanı başımızda işlenen soykırımlardan, katliamlardan, insanlığı utandıran işkence fotoğraflarından neden hiç endişe duyulmuyor?
***
Her iki metne de imza atanlar arasında bulunan bir kişi, CNN’deki ‘Tarafsız Bölge’de, bu işkence fotoğraflarını yorumlarken, zamanlamayı manidar bulduğunu ifade ediyordu.
İşkence altında can vermiş 11 bin insana yapılanların bir manası yok, ama bu yapılanların dünyaya duyurulması manidar öyle mi? İsmini vermeyeceğim, o kendisini biliyor. Aynı kişi, Ermeni ve Yahudi soykırımı tartışmalarında 24 Nisan ve 25 Ocak- BM-Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Gününde yazılar yazar, Polonya’daki toplama kamplarını ziyaret heyetleri oluşturur, Ermeni diyasporasıyla ilişkilerde kimseler eline su dökemez! Ama Esad’ın işlediği soykırımların dünyaya duyurulmasını bile manidar bulur!
Bu zihniyet yapısı Türkiyeli aydınları tutsak almış bir yapıdır. Kokuşmuş uzlaşmalara kadar uzanır.
Öte yandan, Batının Suriye politikasında yaşadığı ikilem, insana ikinci dünya savaşında Münih’te Hitler’le yapılan anlaşmayı hatırlatıyor. Yani tarihin zor zamanlarında yaşanan uzlaşmaları, yani tarihçilerin kokuşmuş uzlaşma dedikleri uzlaşmaları.
Batı El Kaide’nin başta 11 Eylül ikiz kulelere saldırısı olmak üzere zihinlerde yarattığı ağır hafızayı her defasında hatırlatarak veya hatırlayarak Esad’ın gitmesini istemiyor.
Görünürde Esad’ın alternatifi El Kaide ve benzeri radikal gruplar olduğu için.
Bir terörist gruba karşı kokuşmuş bir rejimi savunmak yani ortak düşmana karşı Esad’ı ehveni şer bulmak.
Oysa ehveni şer bulunan rejimin bugün ahlaki bakımdan savunulacak hiçbir yanı kalmamıştır. Dokuz milyon Suriyeli sadece üç yıl gibi kısa bir zamanda yurdunu terk etmek zorunda kalmış, 150 binden fazlası hayatını kaybetmiş ve binlercesi işkence altında can vermiştir.
Ama Batı’nın seçiminde bütün bu kötülüklerin herhangi bir biçimde hatırlandığına dair bir işaret ve kokuşmuş bir rejimin yol açtığı kötülükleri durdurmaya yönelik bir tutum söz konusu olamıyor.
Bunun sebebi bu kötülüklerden Batılı halkların zarar görmemesi ve bu kötülükleri Suriye halkının yaşamasıdır.
***
Hitler’in saldırıları ve yok etme programlarının hedefinde bizzat Avrupalı halklar vardı. Avrupalı siyasetçiler o dönemde baş düşman olarak gördükleri bir sistem ve o sistemin güçlü lideri Stalin’le uzlaşırken Avrupalıları Nazizmden korumaya çalışıyorlardı.
Nazizme karşı Komünizmle uzlaşmak ahlaki bir sorun yaratmıyordu. Stalin’in korkunç rejiminin ne de olsa Avrupalılara verdiği bir zarar-ziyan yoktu.
Stalin’in özellikle de 2. Dünya savaşı yıllarının bittiği dönemden sonra açığa çıkan suçları dehşet vericiydi, ama durun bir dakika, içe dönüktü!
Buna karşılık Hitler’in tasarladığı katliamlar ve kitlesel yok etme programlarından neredeyse bütün Avrupalılar nasibini almış görünüyordu. Hitler durdurulamazsa Nazizmin bütün dünyada yeni bir imparatorluk kuracağından kimsenin kuşkusu yoktu.
Nazizme ve Hitler’e karşı cephenin oluşmasında belirleyici bir rol üstlenen Churchill kendisine sorulan bir soruya şu sözlerle cevap vermişti:
‘Hitler cehennemi işgal etseydi Avam kamarasında Şeytan hakkında en azından bir çift iyi söz söylerdim.’
Bu anlayışın bugüne tercümesi ve Uluslararası toplum için anlamı şu olsa gerek:
El Kaide ve benzeri gruplardan Batılı halkları korumak için Esad’la işbirliği yapmak, onun kokuşmuş rejimin arkasında durmak meşrudur!
***
Başta BM olmak üzere Esad Batının ona tanıdığı toleransı fazlasıyla kullandı. İktidarını içerdeki zulme ve dışarıdaki bu toleransa borçludur her şeyden önce.
Esad’ı iktidarda tutmanın maliyeti korkunç bir maliyettir.
Bu insani maliyetin akla bile gelmediği Cenevre toplantısı tam bir komedidir.
Esad’ın işkencecilerinin yol açtığı cinayetlerin fotoğrafları bütün dünyaya servis edildiğinde başlayan tartışmalar oldukça hayret vericidir. Dünya medyasının ve bu arada Türkiye medyasının önemli bir kısmı 11 bin kişiye ait işkence edilmiş cesetleri manidar bulmak yerine katliamın duyurulmasını çok manidar buldu!
Oysa Irak işgal edildiğinde ve Saddam saklandığı ininden yüzüne el feneri tutularak bütün dünyaya teşhir edilip ve nihayet çok kısa bir yargılamadan sonra idam edildiğinde Batı icadı Ortadoğulu diktatörler hakkında bambaşka bir algı vardı.
Ve her nedense Amerikalılar o yıllarda Saddam durdurulamasa gemilerle ABD’ye çıkarma yapıp ülkelerini işgal edeceğine inandırılmıştı.
Irak ve Suriye’yi aynı zihniyet yönetti. Irak ve Suriye Baas’ları arasında hiçbir fark yok. Saddam ve Esad ailesi yönetirken benzer yöntemlerle yönetti. Yeteri kadar trajik olmalı:
Esat Batıyı neredeyse İslami radikalizmin olası şiddetinden koruyacak bir kahramana dönüşmüşken Saddam’ın payına asılmak düştü.