Bu üç ismi neden yan yana zikrettiğimi herhalde merak ediyorsunuzdur. Aslında isimler üzerinden yazı yazmak hiç adetim değildir. Ancak bugün kurallarımı bir kereliğine bozuyorum ve uzun yıllar bu ülkede darbelerle akrabalık yapmış olan bazı isimlerin şimdilerde demokrasiye sarkıntılık yapmalarını yazmak istiyorum.
Çünkü bu isimler, Ortodoks sol mahallenin geldiği düzeysizliği ve zihinsel kirlenmeyi en bariz bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
Ne zaman Ertuğrul Özkök, Rutkay Aziz ve Tarık Akan ismini duysam, kafamda hep laikçi devlet despotizmine iman etmiş üçlü bir görüntü canlanıyor.
Rutkay Aziz ve Tarık Akan, ideolojik kabızlıklarla malul bir kaç uyduruk film dışında hiçbir zaman sanatsal bir değer ifade etmediler bu ülkede.
Muhtemelen onlar da bu durumun farkında olmalılar ki, kendi mahallelerinde racon kesebilmek ve biraz da rant elde edebilmek için, bu ülkenin değerlerine ve onu temsil eden insanlara saldırmayı marifet saydılar.
İşin en trajik tarafı da, Türkiye’deki solun “laikçi despotizm” üzerinden arkaik bir solculuk üreten bu ulusalcı isimler tarafından temsil ediliyor olmasıdır.
Açıkçası, benim için hiç mahzuru yok. Üstelik, son derece de eğlenceli... Doğrusu Tarık Akan’ın, Cumhuriyet gazetesinin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada “Benim için tek bir yanlılık vardır, Cumhuriyetçilik ve düşünsel ulusalcılık” şeklindeki sözleri, Türkiye’deki solun kalitesini ve kaydettiği aşamayı göstermesi açısından son derece manidar.
İşte Ertuğrul Özkök-Tarık Akan-Rutkay Aziz ortaklığı aynen böyle bir şey... Her üçü de laikçi despotizme yürekten inanıyor. Her üçü de demokrasiden, Türkiye’deki farklılıklardan hiç hazzetmiyor.
Bu ülkenin dini değerlerinden söz edildiğinde, her üçünde de nedeni bilinmeyen bir kaşıntı başlıyor...
Hakkını yemeyelim, Ertuğrul Özkök, Tarık Akan ve Rutkay Aziz’den bir gömlek üstün. Bir kere dil biliyor, dünyanın ünlü kadın starlarının, sanatçıların, düşünürlerin adlarını ezbere okuyabiliyor. Ne de olsa kültürel bir nosyonu var. Öbür ikisi, Edirne’nin dışına çıkmayı ulusal çıkarlarımız açısından tehlikeli gördükleri için Özkök’ten ayrılıyorlar. Ama ortak paydaları vesayet akrabalığı...
Ayrıca Ertuğrul Özkök, bugüne kadar altına imza attığı icraatlar açısından da daha marifetli. Fırsatını bulduğu an kimsenin gözünün yaşına bakmaz. 28 Şubat’taki o mağrur günlerini hatırlayalım. Yönettiği gazetenin, Ahmet Kaya’nın, Hrant Dink’in hayatlarını karartan manşetleri hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Dünya durdukça Ertuğrul Özkök bu manşetlerle övünecek.
Anlaşılan o ki Ertuğrul Özkök, 28 Şubat günlerinden kalma infaz işlerinden hiç vazgeçmek niyetinde değil. Şimdi de, “Günde beş vakit ezan okunan bir ülkenin filmlerinde ezana neden yer verilmez?” diyen sanatçı Yılmaz Erdoğan üzerinden hesap görüyor.
Hayatı boyunca “laikçi mahalle” takıntısından kurtulamayan Özkök, tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi Yılmaz Erdoğan’ın bu ülkenin değerlerini önemseyen sözleri üzerinden muhafazakarlara çakıyor, Necip Fazıl’a çakıyor. Daha da önemlisi, o herkese ayar verdiği “vesayet” günlerinin sona erdiğini gördükçe, her ne kadar kelimeleri sevecen hale getirmeye çalışsa da içten içe normalleşen Türkiye’ye derin bir öfke duyuyor.
Kolay değil tabi, kibirli bir eda ile manşetlerden insanları, değerleri infaz etmenin şehvetiyle racon kesmek varken, sanatçıların, yazarların, siyasetçilerin özgürce konuştuğu günlere tanık olmak, Özkök ve darbeci arkadaşları Tarık Akan ve Rutkay Aziz için kabullenilmesi zor bir durum.
Yıllar geçse de Necip Fazıl büyük bir şair, Yılmaz Erdoğan da sanatçı olarak anılacak. Ya Ertuğrul Özkök? “Laikçi mahalle”nin infaz memuru mu?