Bugünlerde bir "ertesi gün" ifadesi dolaşıma girmiş. İsrail'in Gazze'de zafer (!) kazandıktan sonra devreye sokacağı planını anlatıyor. Buna göre savaştan sonra, Gazze'de tamamen İsrail'in lehine bir takım düzenlemeler yapılacak. Planın ayrıntıları basına da yansıdı. Siz bunu, şimdiye kadar yarı açık cezaevi konumunda olan Gazze'nin, tamamen kapalı bir cezaevine dönüşmesi olarak anlayın.
Bu "ertesi gün" kavramı yeni değil tabi, batı medeniyetinin daha önce dünyaya armağan ettiği bir kavramdır. Kavramsal düzeyde de kalmadı üstelik. Avrupa dışındaki bütün dünya batı medeniyetinin "öteki"si olduğu gibi, yine batı medeniyetinin "ertesi gün"ü sınırları içinde yaşamaktadır. Mesela İslam aleminin halihazırdaki sınırları, rejimleri, birinci dünya savaşından sonra devreye sokulan "ertesi gün" planının yansımalarıdır. Savaş devam ederken hazırlamışlardı bu planı. Buna, Sykes Picot planı da diyorlar, planın hazırlayıcıları İngiliz elçisi Sykes ile Fransız elçisi Picot'a atfen. Plan olduğu gibi devam ediyor. Kısacası biz, topyekun Müslümanlar, batılıların "ertesi gün"ünde yaşıyoruz.
Aslında, tarihsel bir realitedir, galip olanlar, mağlup olanlara şartlarını dayatırlar. Birinci dünya savaşında biz galip gelseydik, kuşkusuz onlar bizim şartlarımıza boyun eğeceklerdi. Ancak bu seferki biraz farklı. Biz yenildiğimiz ve adamların hazırladığı "ertesi gün"ün sınırları içinde yaşadığımız halde, bu durumu kendi ellerimizle hazırladığımızı sanıyoruz. Hatta bazılarımız, "ertesi gün" hazırlayıcısı batılıların sınırlarda yine kendi çıkarlarına göre yaptıkları ufak tefek bazı değişiklikleri göstererek basbayağı zafer kazandığımızı anlatıp duruyorlar, görkemli, tantanalı merasimler eşliğinde. Buna psikolojide ruhsal hezimet deniyor. İbn Haldun'un "mağluplar galipleri taklit eder" tespitinin de ötesinde bir durum söz konusudur, mağlubun galibe öykündükçe kendini galip zannetmesi. Patolojik bir durum.
Müslümanların ruhsal hezimeti, birinci dünya savaşındaki askeri hezimetten önce başlamıştı. Öteden beri batılılara hoş görünme, onlara kendimizi kabul ettirme şeklindeki hastalık derecesindeki çabamız adamların da gözlerinden kaçmamıştı tabi. Nitekim bizim bu bataklıkta iyice boğulmamız için, felsefe, ideoloji, sanat, edebiyat adı altında bu yanımızı dürtükleyen söylemler geliştirdiler. Hala üzerimize boca etmeye de devam ediyorlar. Biz de önce dilimizi, kıyafetlerimizi, alfabemizi, hukukumuzu onlara şirin görünmek için değiştirme çabasının içine girdik. En sonunda dinimizi de onların hoşlanacağı bir kalıba sokma çabasını sergilemeye başladık. Baktık olmuyor, kıyafetimizi çıkardığımız gibi dinimizi bir kenara bırakmayı önerenlerimiz bile oldu. Bir kısım "eğitim" kurumlarından yetişen, "ertesi gün" mamulü bir kısım hocaların dinin temellerine indirdikleri balyozların sesi size de gelmiyor mu? Tabi bu süreç de birinci dünya savaşından sonra başlamadı, bazılarının sandığı gibi. Ondan belki iki yüz, üç yüz yıl önce başladı ve birinci dünya savaşı yenilgisinin ardından gelen "ertesi gün"ün özümsenmesi bu sürecin sadece bir sonucudur. Bize biçilen "ertesi gün" kalıbının kalıcı olmasını sağlayan da işte bizim bu ruhsal hezimetimizdir. Yoksa ilk defa yenilmedik. Tarihte de Moğol istilası, Haçlı saldırıları gibi ağır yenilgiler aldık. Ama ruhsal hezimet yaşamadığımız için kısa sürede toparlanıp rövanşı almayı bildik. Hatta müstevli Moğollar Müslüman olup içimizde eridiler.
Gazze'nin intifada süreçlerinden bu yana süren direnişini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu tür bir ruhsal hezimete duçar olmadıkları anlaşılıyor. Bu yüzden düşmanın "ertesi günü" ya hiç gerçekleşmeyecek ya da kısa sürede dürülüp tarihin çöp sepetine atılacaktır. Çünkü onların bizden farkı, "salih" bir önderliğe sahip olmalarıdır. Bizi de beklemesinler, hatta bizi biz zannetmesinler, biz, "ertesi gün"ümüz (!) sınırları içinde başı göğe ermişçesine mutlu mesut yaşıyoruz işte.