Şu aralar Türkiye’de iki zıt koro oluşmuş durumda. İlki, her ne yaparsa yapsın iktidarı alkışlayanlar. İkincisi, her ne yaparsa yapsın iktidarı kötüleyenler.
Oysa, bu tarafgirlikten kaçınmak, iktidarın her yaptığına ayrı ayrı bakmak, bunları kendi doğru-yanlış kriterlerimize göre tartıp değerlendirmek mümkün. Doğrusu da bence o.
Böyle bakıldığında, sanırım kendine “liberal” diyen, insan-odaklı siyaset isteyen, “evrensellik” hedefleyen herkesin Başbakan Erdoğan’ın “1915 olayları”na dair yaptığı son açıklamayı takdir etmesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından çok gecikmiş bir “rahmet ve saygı” ifadesidir çünkü bu. “Niçin şimdi,” “zamanlaması manidar değil mi” gibi memleketimizin bıkkınlık verici sorularına gark olunmadan desteklenmelidir.
Çünkü, şartlar ve bağlam ne olursa olsun, yüzbinlerce Osmanlı Ermenisi’nin, 1915’te alınan bir siyasi kararla ölüme gönderildiği, kiminin açlık, susuzluk veya hastalıkla, kiminin katliamlarla can verdiği açık bir gerçektir. Bu da, mutlaka, vicdani bir muhasebeyi ve taziyeyi gerektirir.
Bu açıdan, dilimize yerleşmiş olan “1915 olayları” kavramının dahi aslında belki pek vicdani olmadığını, çünkü bir umarsızlık ima ettiğini belirteyim. (Öyle ya, niye “Hocalı olayları” demiyoruz da “Hocalı katliamı” diyoruz, haklı olarak?)
Benim şahsi kanaatim, 1915’te Ermeniler’e yapılanın “etnik temizlik” olduğudur. (“Soykırım”dan farklıdır bu. Çünkü soykırım bir topluluğu imha etmeye odaklıdır; etnik temizlik ise bir bölgeyi homojenleştirmeye.) Benzer etnik temizliklerin Balkanlar’da ve Kafkaslar’da da Müslümanlara yapıldığını unutmamak gerekir kuşkusuz. Çöken bir imparatorluğun dört bir tarafına bulaşan keskin milliyetçi hırsların sonucudur hepsi.
İçinde bulunduğumuz AK Parti dönemi, aslında, söz konusu keskin milliyetçi (“Türkçü”) paradigmanın nihayete erdiği bir devir. Yaklaşık yüz yıllık bir aradan, bazılarına göre bir “parantez”den sonra, bu sayfa kapanıyor.
Her ikisi de asırlık “sorun” olan Kürt ve Ermeni meselelerinde ezber bozan adımlar atılması, işte biraz da bundan. Yeni siyasi elitlerin bu sorunları üreten keskin milliyetçi paradigmaya eleştirel bakabilmeleri, bunu aşan bir “Yeni Türkiye” kurmaya soyunmaları, onları reformist kılıyor. “Eskilerin açtığı fay hatlarını biz tamir ediyoruz” fikri var burada. Bunun çok iyi neticeleri oldu ve oluyor.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Eski fay hatları kapanırken, yeni fay hatlarının açılması ve kalıcı hale gelmesi riski. Çünkü, yeni elitlerin de eskiler gibi bir dünya görüşü, bir kimliği, bir aidiyeti var. Eğer bunların özgürlükçü ve çoğulcu yorumları esas alınmazsa, ve bir de siyaset uzlaşı yerine kavga temelli yürütülürse, bu sefer Kürtler veya Ermenilerle değil ama başka toplum kesimleriyle derin yaralar açılır.
İçinden geçtiğimiz türbülanslı süreçteki en akil ve vicdani seslerden biri olan Sibel Eraslan’ın geçen pazar günü Star’da yayınlanan “Duygusal Kopuş: Birbirimizin Cehennemi Olduk” başlıklı yazısı bu açıdan bence tarihi bir uyarı idi. Eski sorunlara merhem sürerken, diyordu Eraslan:
“Öte yanda, yeni düşmanlar, yeni hainler, yeni cehennemler, yeni çöplükler keşfetmenin iştahıyla yatıp kalkıyoruz. Eğip bükmenin, yok o kadar da değil artık demenin imkanı kalmadı. Ortak nakarat; ‘Ya bizdensin Ya onlardan, Tarafını seç’ haline geldi.”
O nedenle bugün, bir taraftan Kürt ve Ermeni meselesindeki açılımlara seviniyor, ama diğer taraftan da yeni gerilimlere üzülüyorum.
Çarenin de, daha fazla siyasi tarafgirlikte değil, Eraslan’ın işaret ettiği adreste yattığını düşünüyorum: Hukuk Devleti.