Başbakan Davutoğlu ile Avustralya Başbakanı Abbot, 100 yıl aradan sonra, bayraklarının önünde konuştular. Ben onları dinlerken gayrı ihtiyari, nizami bir zeminde ve herhangi bir çalkantı veya rüzgar karşısında çırpınmayan sessiz bayraklara da baktım. Oysa 100 yıl önce: “Bir devrin battığı yer”di Çanakkale... 100 yıl aradan sonra, yeni bir geleceği, insanlığın ortak onur, güvenlik ve huzur hattı doğrultusunda yeniden inşa etme çabasındayız bugün...
1915 Çanakkale tecrübesi, Osmanlıyı (aslında Doğu’ları ve İslam’ları da) hedef alan büyük yıkım projesinin sadece bir ön yoklamasıydı. Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Trablus ve Mısır hattında, Balkanlarda eş zamanlı olarak planlanmış çok cepheli bir imha projesiyle karşı karşıyaydık... Lozan’a kadar süren Osmanlıyı dağıtma ve paylaşma süreci, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte resmi tavra dönüşen redd-i miras, tarihi inkar ve terk refleksleriyle tamamlandı. Adeta siyasal bir bandajla kendini ve yaralarını acilen sarıp sarmalayan o zamanın Yeni Türkiye’si, Osmanlıyı tamamen ortadan kaldırma yarışına, devrimler/inkılaplar aracılığıyla hızlı ve sert reflekslerle kendini dönüştürerek katıldı. Anımsattığı tüm hatırlayışlarıyla birlikte Osmanlı, feci kötü bir şeydi, madem modern ve güçlü Dünya onu imha etmek istiyordu, biz de kendimizi batmakta olan bu koca devin ellerinden derhal kurtarmalıydık insiyakıyla, modern Dünya’nın zorunlu kıldığı koroya katıldık. Geçmişin menhus dosyasını, Lozan klasörüne iyice kilitleyerek, unutmak istedik tüm yenilgilerimizi ve damgalarımızı...
***
Ermeni Meselesi, ister 2.Abdülhamit’in halli vakasıyla Emmanuel Karasu’dan başlatılsın, ister Doğu’da Ermeni çetelerinin başlattığı baskınlarla ilişkilendirilsin... Cumhuriyet söylemi içinde, redd-i miras ve terk-i tarih refleksiyle öğretildi bizlere: “Biz yapmadık ki! Osmanlı’da yaşandı bitti!”... 1980 sonrasında cuntalara karşı zuhur eden kısmen demokrat ortak zeminle birlikte tarih ve gerçeğe has meraklar da cesaretleniyordu oysa... Ve 90’lar, yeni üniversitelerin kuruluşu, aydınların ve kitapların üzerindeki yasakların kısmen kalkışı gibi sosyolojilerin yardımıyla da yeni soruların daha açık bir şekilde sorulup, cevap arandığı günlerdi... 2000’lerdeyiz, gençler küresel imkanlarla ve çok çeşitli, farklı sunumlarıyla bakıyorlar bilgiye, çok hızlı bir şekilde ulaşıyorlar buna hem de...
***
Elimde, Eliza Cheney Abbott Schneider’ın 1846 yılında basılmış Bursa Mektupları var, Dergah Yayınları 2009’da yayımladı. Yeni Ahit’in 1814’te Ermenice, 1822’deyse Ermeni harfleriyle Türkçe olarak basılmasıyla başlayan American Board’ın, Osmanlı sakini olan Ermenilerle ilgisi kayda değer. O dönemin misyonerleri, Osmanlı’nın Müslüman nüfusunu kendilerince hidayete erdirmek gayesindense, Osmanlı Ermenilerini hidayete erdirmek peşindeler. Bu bağlamda Anadolu coğrafyasında kurdukları beş istasyon var; İstanbul, İzmir, Bursa, Trabzon ve Erzurum. Eliza Hanımın Mektuplarında American Board’a yolladığı bilgiler çok detaylı, bitki örtüsünden, iklime, su kaynaklarına, nüfus yapısına, Türk ve Ermeni yaşam şekillerine, adetlerine kadar... “Şark, insanları dışında her şeyiyle tam bir cennet” diyor Eliza Hanım...
“Şark”!.. İçinde Türk’ü, Ermeni’si, Arap’ı, Kürt’ü, Hint’iyle birlikte rengarenk bir ‘’büyük öteki’’... Başımızdan geçenleri, bu Batı ana akımın ürettiği “büyük öteki” anlatısının içinden de düşünmeliyiz.
Geçtiğimiz 100 yılı, projelendirilmiş düşmanlıklarla birbirimizi imha üzerinden geçirdik. 100 yıl önce, 800 bin civarında Ermeni, 6 ay gibi bir sürede hayatını kaybetti. Buna ne isim vereceğimizden çok, evvela fevkalade büyük bir acı olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Taziyesi verilmemiş bir yas, taziyesi verilmediği için bitmiyor, yok olmuyor...
Tüm bu ortak insanlık acılarımızdan sonra... Bayrakların dingin ve çırpıntısız zamanlarını da fırsat bilerek, ortak geleceğimize onurla, güvenle ve adaletle bakabileceğimiz yeni başlangıçlara ihtiyacımız var...