Aynı olayı izleyen muhtelif şahıslar farklı şeyler görebilirler.
Aslında görüp izledikleri tabii ki aynı olaydır ama değişik zâviyelerden bakmaları algılama biçimlerini değişik kılabilir.
Bu konuyla ilgili roman ve filmler de vardır. Meselâ “Raşomon/Rashomon”(1950) adlı Japon filminde aynı olayın dört ayrı şahıs tarafından nasıl görülüp mahkeme huzûrunda nasıl anlatıldığı konusu işlenir. Burada olaya bizzat katılmış olan şahısların algılama şekilleri o kadar farklıdır ki seyirci zaman zaman aynı olayın anlatıldığından bile şübheye düşebilir.
Mesele sâdece edebî ve psikolojik değildir elbet. Hayâtın pek çok pratik alanında ve bu arada politik bağlamda rol oynadığı da vâkîdir.
Böyle olunca aynı şeyi yapan değişik şahısların değişik değerlendirilmesi de kaçınılmaz olur.
Almancada şöyle bir söz var: “Wenn zwei das gleiche tun, ist es nicht dasselbe.” (İki kişi aynı şeyi yaparsa bu aynı şey değildir.)
Anlaşılan iki işi Taksim’e çıkınca da bu aynı şey olmuyor.
Acabâ sâhiden öyle mi?
Herkesin kavrayabilmesi için şöyle söyleyelim:
İki kişi Taksim’e çıkınca biri Taksim’e çıkmış oluyor öbürü ise Taksim’e!
Öte yandan biri lüks bir otelin terasında birasını yudumlayarak Meydan’da sopa yiyenleri izliyor; diğeri ise aşağıda sopa yiyor.
Fakat netîceten ikisi de o gün ikindi üzeri Taksim’e çıkmış oluyorlar.
Şimdi siz “tarafsız” gözlemci olarak bu iki şahısdan sâdece aşağıda sopa yiyeni görürseniz irkilip telâşlanmanız, buna mukaabil sâdece terasda birasını yudumlayanı görürseniz keyiflenip muhtemelen bizzat yandaki masalardan birine oturarak kendinize de bir bira ısmarlamanız normaldir.
Ama hem aşağıda sopa yiyeni hem de yukarıda birasını telezzüz edeni birden görürseniz durum biraz zora biner. Bu takdirde, meşrebinize göre yapabileceğiniz üç şey vardır:
Ya iner sopa yiyenin yardımına koşarsınız ki o zaman bizzat sizin de sopa yemeniz ihtimâli doğar. Ya taraçaya çıkarak biranızı ısmarlar ve kemâl-i âfiyetle gövdeye indirirken “temâşâcı” sıfatıyla bu hâdiseyi ileride bir gün yazmayı tasarladığınız roman için nasıl kullanabileceğinizi planlarsınız.
Yâhut da sırtınızı dönüp sür’atle olay yerinden uzaklaşarak meselâ yine pek de uzakda bulunmayan Ârif’in Barı’na yönelirsiniz.
Ârif’in Barı şübhesiz en kötü tercih sayılmaz. Hem o saatde tenhâcadır, yazsa dışarıda serin serin oturup rakınızı çekmeye başlarsınız hem de ağleb-i ihtimâl hoşsohbet entelektüellerimizden birine rastlayarak ahvâl-i âlemi teftîşe koyulursunuz.
Bilmeyenler için: Bizde entelektüeller ikiye ayrılır; hoşsohbetler ve o saatde henüz evlerinde oturarak çalışmaya devâm edenler. Bu ikinci kategoridekiler Ârif’i ancak saat 19.00’dan îtibâren teşrîfe başlarlar.
Bendeniz ise yalnızca alelâde bir gazeteci parçası olduğum için saat kaçda Ârif’e uğradığım hâiz-i ehemmiyet sayılmaz.
Lütfen hiç öyle estağfurullah mestağfurullah demeyin! Ben neden bahsetdiğimi çok iyi biliyorum!
Bence asıl önemli olan Taksim’e toplananların haklı mı yoksa haksız mı olduklarıdır.
Doğruyu söylemem gerekirse bunu kesin olarak tesbitden âcizim.
Ancak şunu bildiğim -ister öyle ister böyle- demokrasilerde insanların, camı çerçeveyi indirmemek şartıyla, ara sıra bir yerlere toplanarak bağırıp çağırmalarının sıhhat işâreti olduğudur.
Şuna inanıyorum ki bizim demokrasi artık ergenlik çağını aşarak erginlik çağını yaşamaya başladı.