Kuşkusuz 7 Haziran seçimleri, bugün tartıştığımız bazı soruların cevabını verecek. Ancak şöyle bir beklentiye kapılmak hatalı olur. Seçimden çıkan sonuçlar tüm belirsizlikleri ortadan kaldıracak. Elbette hayır.
7 Haziran’da Başkanlık sistemiyle ilgili nasıl bir tablo ortaya çıkacak? AK Parti’nin alacağı sonuçlar ve diğer partilerin Meclis aritmetiği, anayasa değişikliğine ve oradan başkanlık sistemine giden bir yol açacak mı? Bir başka soruyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yoluna nasıl devam edecek? Başkanlık sistemi sürecinde AK Parti nasıl şekillenecek?
Bunların merak edilmesi son derece normal. Ancak cevaplarını doğru yerlerde aradığımızdan emin değilim. Sadece siyasi aktörler üzerine kilitlenmiş bir tartışmanın bizi doğru sonuçlara götüreceğini de düşünmüyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sistemdeki gücünü ve yerini, yaşanan son örneklerle bir kez daha görmüş olduk. Dolayısıyla Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili ısrarının, kendisinin kişisel talebi olmadığının ve mevcut sistemde zaten güçlü olduğunun altını bir kez daha çizelim.
Burada tartışmalara konu olabilecek bir parantez açmak istiyorum. Siyasetin kurumsal bir geleneğe sahip olmaması, daha fazla aktörün sahnede yer almasına izin vermiyor. Bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili tartışmalar bunun belki de en açık örneği.
Güncel tartışmalar ve açıklamalar gösterdi ki Abdullah Gül, ‘aktif siyaset’e dönme konusunda istekli değil. Altını özellikle çizdim; aktif siyaset. Burada kim Gül’ü neden davet ediyor, kendisi neden mesafeli davranıyor tartışmasına girmiyorum. Söyleyeceklerimin de bununla ilgisi yok zaten.
Dünyada pek çok örneği var. Özellikle de ABD ve İngiltere’de. Daha önceki dönem önemli görevlerde bulunmuş kimi isimler, bizdeki tabirle ‘aktif siyaset’ tartışmalarının içinde yer almayı değil, ülkeleriyle ilgili önemli misyonlar üstlenmeyi tercih ediyorlar. Hemen ekleyeyim: Burada Abdullah Gül’ün, bir uluslararası kuruluşun başında ya da karar mekanizmasında olmasını da kastetmiyorum.
Uluslararası zeminlerde Türkiye, her zamankinden daha fazla konuşuluyor. Ancak kabul edelim ki henüz kendisini ve özellikle kritik sorunlarla ilgili politikalarını yeterince anlatabilmiş değil. Bunun için her zamankinden daha fazla çabaya ihtiyacı var.
İşte yeni dönemde Abdullah Gül, uzun yılların tecrübesi ve siyasetin en kritik makamlarında başarıyla görev yapmış bir isim olarak bu alanda neden daha fazla sorumluluk üstlenmesin ki. Üslup ve meşreplerinin farklı olması, bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’la mutlaka çatışma içinde olacaklarını göstermiyor. Aksine bu farkın, Türkiye’nin kendisini dünyaya anlatabilmesi yönünde muazzam bir zenginlik yaratacağını düşünüyorum.
Dünyanın herhangi bir yerinde, önemli uluslararası zeminlerde ve kritik isimlerle Abdullah Gül’ün yapacağı temaslar ve görüşmeler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte koordine edildiği takdirde Türkiye’ye inanılmaz bir güç ve ivme kazandıracaktır. Hangi sıfat ya da konumla sorusuna gelince. Cevabım şu: Buna ihtiyaç yok. Abdullah Gül, ağırlığı ve tecrübesiyle, bu temsili herhangi bir sıfata ihtiyaç duymaksızın üstlenebilir.
Erdoğan’la Gül arasında hala bir çatışma bekleyenlere, ikisinin birbirinin kıymetini bilecek kadar yakın olduklarını bir kez daha hatırlatalım. Ancak Tayyip Erdoğan’ın devlet başkanlığında, Abdullah Gül gibi bir ismin Türkiye’nin kritik hamlelerinde rol üstlenmesi, kelimenin tam anlamıyla bizi bambaşka bir dünyaya taşır ve bugün tartıştığımız pekçok konu anlamsız hale gelir. Bir nokta daha önemli. Toplumun Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte hareket etmesi ve onun etrafında kenetlenmesi anlamında muazzam bir beklentisi var.
Daha iyisi her zaman mümkün. Siyaseti aktörler arasında kısır çekişmeler yerine, model kurarak üretmek bizi daha iyiye götürecek yegane yol.