Aziz Sancar’ı bir defa daha kutlayarak söze başlayayım. Nobel ödülü almış bir insan, ödülden sonra nasıl davranır, ülkesine karşı sorumluluğunu, vefasını nasıl hatırlar, ona mikrofon tutulduğunda mütevaziliği elden bırakmadan, aklından geçenleri merak eden herkesle nasıl paylaşır, Aziz Hocamız bütün bunları da, güven verici bir açıklık ve samimiyetle gösterebildiği için ayrıca ve misliyle kutlanmayı hak ediyor.
Aziz Sancar, Nobel almış bir bilim insanı olarak cumhuriyet değerlerine bağlılığın sembol ismi gibi anılacak. Aziz Hoca, Nobel ödül haberinin duyulduğu saatten başlayarak, kendi ülkesinin siyasi tarihiyle, kişisel hayat hikayesi arasında bağ kurabilmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu gösterdiği için de ayrıca kutlanmayı hak ediyor.
Aziz Hoca özetle, benim bilim alanındaki başarım, yoktan varolmuş, bir imparatorluğun mirası üzerine inşa edilmiş bir cumhuriyetin ve bir ülkenin başarısıdır dedi.
Ödülünü getirip bu başarı öyküsünün baş mimarı Mustafa Kemal’i bugün temsil eden orduya/silah arkadaşlarına teslim etti. Bu davranışın da sembolik önemi oldukça büyük ve sanırım Nobel’in tarihinde bir ilk.
Ne mutlu bu ülkeye ki, Nobel almış bir yurttaşının utanacağı bir yerde durmuyor.
***
Bir düşünelim isterseniz, Suriyeli Adonis bu ödülü alsaydı, ödülünü götürüp son bir iki yıl içinde 400 bin Suriyeliyi katletmiş Suriye ordusuna teslim edebilir ve Esad’ın sofrasına oturabilir miydi?
Türkiye’nin mütareke aydın hareketinin ‘özveri’ ve ‘kararlılık’ içinde, kendi ülkelerinin itibarını sarsmak için geceyi gündüze katıp, çalışmalar yürüttükleri, Merkel’i bile kendi ülkelerini ziyaret etmemesi için üşenmeyip imza kampanyaları düzenledikleri bir dönemde, Mardin Savurlu Aziz Sancar’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve sonrasında da Başbakan Davutoğlu’nun sofrasına oturması, davete icabet etmesi Türkiye için önemli bir kazanımdır.
Geçen yüzyılın başlarında ve eş zamanlı tarih içinde kurulan birkaç cumhuriyet var. İçlerinde yola devam edemeyenler, demokrasiyi inşa edemeyip diktatörlüklere dönüşenler, Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi parçalananlar ve İran örneğinde olduğu gibi dünyaya karşı kapanıp, bir mezhebi siyasal bir araç olarak kullananlar ve Türkiye gibi cumhuriyetin değerlerini demokrasiyle buluşturmak hedefiyle AB üyeliği için müzakere yürüten var.
İran, Mısır, Irak ve Suriye... Bu ülkelerde kurulan cumhuriyetler bugün ya kapalı kutu, ya çatırdıyor veya dağılmanın eşiğine gelmiş bulunuyor.
Arap dünyasında cemahiriyyelerin sonu kötü bitti. Parçalanmış ülkeler, ortak aidiyet duygusunu, ortak kimliği kaybetmiş devletler ve bir zamanlar çok kültürlü kimliğiyle övünen insanlar..
Bütün bu kötü sonlanmış kuruluş hikayelerine rağmen, yola selametle devam eden bir cumhuriyet var ama: Türkiye Cumhuriyeti Devleti.
Ona çok şey borçluyuz. O, bizim ortak kimliğimiz, bizi bir arada tutan ortak aidiyetlerin yüz yıl boyunca, acısı ve sevinciyle, geliştiği, inşa edildiği bir alan.
Bir bilim insanının, aldığı Nobel’i getirip teslim ettiği bir hafıza alanı.
***
Türkiye’nin içinde bulunduğu kuşatmalar, üniter birliğimizin, cumhuriyetimizin ve demokrasimizin bekası için verdiği kavgalar bu tarihi mirası sayfalara sığmayacak kadar uzun ve geniş hafıza alanının Genelkurmay’dan başlayarak Meclis’e kadar, yangın yerine dönmesi içindir.
Bana kalırsa Aziz Hoca, Nobel’i getirip Genelkurmay’a teslim etmekle, Erdoğan’dan sonra ‘One Minute!’ diyen ikinci Türk oldu.
Hem Cumhuriyet’i kuranlara vefa gösterdi, hem de bu vefayı çoktan unutanlara, unutup, şöyle ya da böyle bu ülkenin yıkımı için mücadele edenlere de ‘one minute’ demiş oldu.
Zarafet hissi uyandıran bir davranışla ve dünyanın en kıymetli ödülüyle yaptı bunu Aziz Hoca.
Aynı kuşaktanmışız. Hoca, Başbakan Davutoğlu’nun eşi Sayın Sare Davutoğlu’nun doktor amcasına borçlu hayatını. İki aile aynı sofraya oturunca bu hikaye hatırlanmış oldu.
Aynı yıllarda yüzlerce çocuğun hastalıktan öldüğünü anlatırdı babam. Bu ateşli hastalık bizim köyümüze de uğradığında, kısa bir zaman içinde köyün çocukları teker teker ölmeye başlamış. Çaresizlik içinde, herkes bu ölümleri kanıksamışken, oğlu bu hastalığa yakalanmış bir adam, köyün sakinlerinden biri, bir ilaç, bir doktor bulup köye getirmek için, yaya olarak yollara düşüyor ve Midyat’tan Mardin’e varıyor. Niyeti Vali’nin karşısına çıkıp, eğer doktor gelmezse, bütün çocukların öleceğini söylemektir. Kafasına koyduğunu başarır. Valiyle görüşür ve bir doktor ayarlanır. Bu adam ve doktor, yanlarına bol penisilin iğnesiyle dönerler köye. Adamın ateşler içinde kıvranan oğlunu ve köyün hastalığa yakalanmış diğer çocuklarını kurtaran bu doktor belki de değerli Sare Davutoğlu’nun amcası -Savur Midyat’a uzak değil- belki de başka bir doktordur. Ama o köyün ismi Keferhavvar ve o adam da benim babamdır. Benim ve köyün diğer çocuklarının hayatını kurtaran o doktoru, bir gün bir sürpriz olur öğrenirim.
Ama o ismi bilmesem de, ne çıkar?
Biliyorum ki, Cumhuriyet demek, belki de, bizim ortak kimliğimizi inşa eden, bize dair, bu ortak hikayelerimizdir.
Aziz Sancar, işte bu ortak hikayelerimizi, aldığı Nobel ödülünü fırsat bilip, bize yeniden hatırlatmış oldu..
Aziz Sancar’a selam olsun..