31 Mart itibariyle konuşmaya başladık; acaba kim cumhurbaşkanı olacak? Başbakan Cumhurbaşkanı adayı olacak mı? Cumhurbaşkanı Gül ne diyecek? Başbakan görevi bırakırsa AK Parti’nin başına kim geçecek? Partiyi seçime kim taşıyacak? Başbakan kim olacak...?
Kapalı devre bir konuşma balonu... Peki neden?
Muhalefet partileri müstakil adaylarını çıkarabilecek bir istidat gösteremiyorlar da ondan...
CHP kendi içinden belediye başkanı adayı bile çıkaramamışken Cumhurbaşkanı adayı nasıl çıkartacak? İşte bu açmazdan dolayı Türkiye’nin bu en önemli seçimlerinden birini AK Parti’nin kendi iç meselesi gibi tartışıyoruz.
Elbette böyle olmaması gerek.
Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçeceği bir oylamada muhalefetin düşük profilli bir aday üzerinde uzlaşma stratejisi geliştirmesi hükmen mağlup oluşunun ilanıdır.
Ağustos’ta yapılacak seçimin iki çok önemli yönü var; birincisi ilk kez Cumhurbaşkanını halkın seçecek olması. Bu fiili bir sistem değişikliğidir zaten ve parlamenter rejim ve başkanlık rejimi mi tartışmasının zorunlu olarak güncelleyecektir.
Başbakan Erdoğan’ın “artık koşan terleyen bir cumhurbaşkanı göreceksiniz” sözleri de buna işaret etmektedir. Halkın yüzde 51’i ikna etmiş bir cumhurbaşkanının Köşk’teki varlığı seleflerinden farklı olacaktır.
Mevcut yetkilerin kullanımı da aslında makama icracı bir kimlik kazandırmak için yeterli. İş ki “yetkili ama sorumsuz” pozisyonun sorumluluk ayağı tahkim edilsin.
Bu, cumhurbaşkanının kim olacağından tamamen bağımsız şekilde tartışılması gereken bir konudur. Zira konuyu isimler üzerinden tartışmaya başladığımızda -Kenan Evren örneğinde olduğu gibi- kişiye özel gömlek biçiyor algısının oluşması ihtimali vardır.
Akmaz kokmaz bir aday
İkinci husus kimlerin aday olacağıyla ilgilidir.
Prensipleri sabitledikten sonra konuşulması gereken konu da budur. Ama bizde her nedense usul tali bir mesele olarak görülür ve esasa mukaddem olduğu hep unutulur.
Oysa usul hatalıysa esası görüşmeye geçemezsiniz bile.
Yani burada da tıpkı 2007’de olduğu gibi cumhurbaşkanı olacağı öngörülen kişi üzerinden bir anti kampanya yürütülmekte ve maalesef bu tutum usulen yanlış olduğu için tartışmanın sıhhatli bir seyir izlemesine de mani olmaktadır.
30 Mart seçimlerinin bir referandum hüviyetine bürünmesinin de altında yine aynı şekilde kişiyi merkeze alan “istemezükçü” yaklaşım yatmaktadır.
2011’de ufak ufak başlayan Gezi protestolarında ağzı bozularak konuşan, 17 Aralık’ta ise mide bulandırıcı yöntemlere başvuran bu anti-Erdoğan cephesi kendi elleriyle Erdoğan’ı yıkılmaz bir lider haline getirdi.
30 Mart’ta Erdoğan’ı ve AK Parti’yi yerle yeksan edeceklerken Ak Parti oyunu ve belediye sayısını artırdı, Başbakan gücüne güç kattı.
Kifayetsiz muhteris muhalefet şimdi kara kara düşünüyor; Erdoğan’ın karşısına kimi koysa da olsa...
Muhalefetin adayı
Erdoğan’a rakip aranıyor! “Sivil olsun” diyor Kılıçdaroğlu.
Bildiğim kadarıyla son asker cumhurbaşkanımız Kenan Evren’di. Sivilden kasıt “siyasetçi olmasın” ise bu ancak muhalefetin kifayetsizliğine karine teşkil eder. Bir siyasi partinin siyasetten bu denli korkması garabeti de zaten CHP’nin makus talihinin müsebbibidir.
“Kadın olsa iyi olur”; bu da sempati ikmali olarak görülebilir.
“Dil bilmesi iktiza eder”; tabi canım dil bilmeyene kız bile vermiyorlar!
“Herkesin kucaklayacak, herkesin üzerinde uzlaşacağı bir isim olsun...”
Kılıçdaroğlu ağız dolusu diyemese de buna “sağ tandanslı olmak” şartını da biz ekleyelim...
“Böylesini analar daha doğurmadı” diyebileceğimiz bir tarif değil. Bu özellikleri haiz mebzul miktarda isim sayılabilir.
Sayılır sayılmasına da bu tarif, Meclis’teki muhalefet partilerinin kendi adaylarını çıkaramadıkları ve akmaz kokmaz bir aday bulalım da işi bağlayalım, dedikleri bir vasata tekabül ediyor.
Oysa şimdi adaylar halkın karşısına çıkıp kendileri için oy isteyecekler.
Yani muhalefetin AK Parti’nin adayına rakip bir aday çıkarması gerek. Büyük ihtimalle de Erdoğan’a rakip olabilecek biri bulmak durumundalar.
O biri, Kılıçdaroğlu’nun tarifiyle bulunmaz.
Adı geçen ihtimaller arasında da yok, o biri.
Belki de analar henüz doğurmamıştır!