AK Parti İstanbul teşkilatının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şarkılı sürprizi geçen haftanın en zarif görüntüsüydü. Sinan Erdem Spor Salonu’nu dolduran on binlerce yoldaşı, hep bir ağızdan Kayahan’ın “bizimkisi bir aşk hikayesi” şarkısını okudu Erdoğan’a. Telefonlarının ışıklarını açarak işi görsel bir şiire de çevirdiler. Erdoğan ise sakince, selam ve tevazu ile karşılık verdi onlara. Beden dilinden duygulandığı anlaşılıyordu.
Kitlelerle Erdoğan arasındaki ilk sevgi gösterisi değil elbette ama “aşk hikayesi” vurgusunda ilk adım Başkan’dan geldi aslında. AK Parti’nin 31 Mart yerel seçim manifestosunu açıklamadan önce, böyle hitap etmişti çünkü yol arkadaşlarına Erdoğan: “Şuna inanıyorum; bizimkisi bir aşk hikayesidir. Belediyelerde başlayan bu büyük yürüyüşümüz TBMM, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı'nda sürekli gelişerek, genişleyerek sürmüştür.” (31 Ocak-Ankara)
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dahil 25 yıllık bir aşktan bahsediyoruz, dile kolay. Bitmeyen, eksilmeyen, kesintiye uğramayan bir sevgi ve güven ilişkisi.
Karşılıklı tazeleniyor. Her fırsatta Erdoğan vatandaşın kapısını çalıyor. Arşivlerde binlerce kayıt var. Ev ziyaretlerinde vatandaşla muhabbeti, sanki o evin insanıymış gibi kaynaşması, diz kırıp yer sofrasına oturması, yaşlılarla çocuklarla muhabbeti hemen koyultması... “Samimiyetin, sahiciliğin ve duygudaşlığın” kolaylaştırdığı bir ilişki. Lakin seçimden seçime sınanan bir durum da değil. Süreklilik arz ediyor. Samimiyet kadar “gayret ve itimat” da belirleyici.
Öte yandan şükran duyulacak bir “fedakarlık” var. Herkesin sahip olduğu en doğal şeylerden mahrum çünkü. Hafta sonunu evde siftinerek geçirmek, birkaç gün bir yerlere kaçıp kafa dinlemek, saate bakmadan günü akşam etmek gibi lüksleri yok. Herkes gibi çoluk çocuğuyla, torun torbasıyla şöyle birkaç gün tatil yapamıyor. En son buna niyet ettiğinde -15 Temmuz 2016’da- Türkiye’ye işgal-darbe girişimi, kendisine de eşi, çocukları ve torunları yanındayken suikast girişimi olmuştu!
Tam anlamıyla Türkiye’ye adanan bir ömür… On yıllardır her günü, her saati dolu. Bitmeyen toplantılar, resmi ziyaretler, kabuller, insan yönetimi, süreç takibi ve bilmediğimiz başka meşguliyetler. İnsanüstü bir çaba gerektiriyor. Her daim bedenen ve zihnen dinç, dinamik, uyanık olmak zorunda zira. Hele de Türkiye’nin bu kadar sistematik saldırı altında olduğu şu dönemlerde.
Gayreti aşan bir durum olduğu da ortada. Sınırlarımızla sınırlı olmayacak denli sevildiği, dünyanın her yerinden hizmet-dava aşkına şahit olanların dua ettiği de öyle.
Etrafımızın ateş çemberi iken, yüzyıllık döngünün göbeğinde, haritaların değiştiği zaman diliminde 80 milyonluk Türkiye’yi ve Türkiye’nin taşıyıcı kolonunu oluşturan 10 milyon üyeli AK Parti’yi yönetiyor. En yakın rakiplerinin, partisini bile yönetemediği görüldükçe kıymetine paha biçilemiyor.
Millete, Türkiye’ye dair duygusunu “büyük bir sevda” diye ifade ediyor Erdoğan. Anadolu’nun ve bütün mazlum coğrafyaların kahrını sırtlandığı, sorunları çözmek, yokuşları düz etmek için uğraştığı biliniyor. O yüzden “sevda”dan “dava”dan bahsediyor sık sık. Parti teşkilatına, kamu görevlilerine durmaksızın “gönüllere girin” diyor. “Sakın ha kibirlenmeyin, böbürlenmeyin”, “telefonlarınız 7/24 açık olacak, vatandaş size ulaşacak” talimatı veriyor.
Bunlar olurken Erdoğan’ın gönüllerdeki yerine ulaşamayacaklarını bilip sadece makamına talip olanlar ise türlü çirkinliklere tevessül ediyor. Ya Kılıçdaroğlu gibi “hakaret ve iftira fonu” oluşturup bunu siyaset sanıyor, ya Erdoğan’a karşı kendini konumlandırırken birileri gelsin “geniş ve tam mutabakat zemini oluştursun” diye sinsi gibi kenarda bekliyor.
Bilmiyorlar ki sırf şu tutum bile Erdoğan ile gizli-açık rakipleri arasındaki farkı ortaya koyuyor ve Cumhur Başkanına duyulan sevgi ve inancı kat be kat büyütüyor.