Son günlerin Erdoğan’ı; yani kürtaj, sezaryen, imam hatip ve cami tartışmalarıyla gündem oluşturan Başbakan profili neyi anlatıyor? Daha sert ve daha İslamcı bir gelecek dönemi mi, yoksa sıradan bir muhafazakar iktidarın sıradan icraat alanlarına yine sıradan bir yönelişi mi?
Bu sorular Erdoğan’ın içinde bulunduğu politik hareketlenmeyi açıklamak için yeterli değil. Bir kısmını belki ama tamamını değil... Mesela, muhafazakar iktidarlar, toplumla ilişkilerinin gereği dini ve sosyal değerlerin önünü açmak gibi bir sorumluluğa sahiptir. Bütün dünyada demokratik siyasetin temel ayrım noktası da budur. Cumhuriyetçi/muhafazakar partiler dini değerlere, gelenek ve sosyal bağların güçlenmesine öncelik verirler. Sosyal demokrat çizgideki partiler ise bu alanlardaki girişimlerin bireyi sınırlamak ve özgürlüklerden mahrum bırakmak olarak değerlendirirler. Daha mesafeli bir politik çizgiyi temsil ederler...
Türkiye’de ise, durum başlangıçtan itibaren daha problemli olmuştur. Din ve muhafazakarlık sosyal hayattan, ekonomiden, siyasetten, istihdam branşlarından, akademiden, medyadan vs. sistematik bir baskıyla geriletilmiştir. Cumhuriyet jakobenizminin temel doğrultusu bu olmuştur. Dindar olanı baskı altına almak ve sosyal hayatta da gidebildiği yere kadar geriletmek...
Erdoğan’ın son dönemdeki girişimleri de temelde eşitsiz gelişen bu yapının onarılmasını hedefliyor. Bir hayat tarzının bir diğerine üstünlüğünü garantilemek değil, tek parti yıllarıyla birlikte üstünlüğü kurumsallaşan bir tarza karşı kendini ortaya koymak isteyen sahici toplumsal talepleri eşitlemeyi amaçlıyor.
Malum... Eğitimiyle, siyasetiyle, akademisiyle, istihdam imkanlarıyla, medyasıyla bir hayat tarzı norm olarak tayin edilmişti. Bu tarz genel bir ifadeyle Atatürkçülük olarak tanımlanıyordu. Başörtüsü ve alkol her durumda birer kırmızı çizgi olarak belirlenmişti. Ömrü tükenmiş bir pozitivizm sadece dini ve geleneği değil, siyasal hayatı ve bireyin kimliğini de tayin ediyordu.
Norm olan; yani herkesin kendisini uydurması gereken hayat tarzı buydu...
İçinde ne başörtüsü, ne din eğitimi, ne İslam dünyasıyla iyi ilişkiler ve ne farklı sermaye gruplarının iş hayatında veyahut da üniversite hayatında bulunması gibi çeşitlilikleri katiyen barındırmıyordu.
Aksine, tek tipin dışındakine hayat hakkı tanımayan, onu takip eden, devletten ve kamusal alandan sürmeyi ilke edinen bir baskı dönemi vardı. Hafızalarımız biraz zayıf olsa da Türkiye böyle bir ülkeydi, unutmayalım.
Dindarlığı dışlayan ve bir suç objesi haline getiren temel unsur başta askeri olmak üzere her türlü vesayetçilikti. Şimdi... Makro planda askeri vesayetin geriletilmesi ne anlama geliyorsa mikro planda toplumu ve sokağı bu baskılardan arındırmak da o anlama geliyor.
Her alanda eşitsizlik vardı ki hala bir ölçüde var.
İmam hatipli olmak, dindar olmak, başörtülü olmak yarışa geriden başlamak, daha az eğitime, daha değersiz işe ve daha az gelire razı olmak demekti ki, hala bir ölçüde öyle. Laik-Atatürkçü hayat tarzının egemenleri kendilerine benzemeyen başta dindar hayat olmak üzere bütün tarzlara açıktan baskı uyguluyordu ki, hala uyguluyor.
Eşitsizlik o kadar gelenekselleşmiş ve kurumsallaşmış durumda ki birkaç yılda birkaç hamleyle bunun üstesinden gelebilmek mümkün değildir.
Sürecin gerçekten normalleşmesi büyük bir mesai istiyor...
Yeni Türkiye kurulurken öncelikle bütün ünitelerde adaletin tesis edilmesi gerekiyor. Bu yolu açacak olan da “imtiyazsız, sınıfsız bir millet” felsefesiyle “erişim eşitliği”nin sağlanmasıdır.
İmam hatipli de kolejli de; başı açık olan da örtülü olan da, dindar olan da olmayan da, Anadolu kaplanı da İstanbul dükası da eşit şartlarda yarışmalı... Bir düşünce tarzı veya bir kıyafet tercihi diğerinden üstün kabul edilmemeli. Devletçe kutsanmış bir fikre yakın olmak hayat boyu avantaj olmamalı...
Olup bitenlere bu gözlükle bakalım...
Bir hayat tarzının bir diğerine üstünlüğünü sağlama savaşı değil; bütün tarzların toplum içinde siyaset, ekonomi, eğitim vb gibi sektörlerde eşit muamele görebilmesi sürecidir bu...