Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün AK Parti’nin olağanüstü kongresinde yaptığı veda konuşmasında halefi Ahmet Davutoğlu için “emanetçi olmayacak” ifadesini kullanması çok önemli. Zaten başbakanlık görevini üstlenen herhangi bir siyasetçinin istese bile emanetçi olarak davranmasını imkânsız kılacak görevleri var. Nitekim geçmişte politik karizması yüksek olmayan Yıldırım Akbulut bile sanılanın aksine başbakanlık görevi sırasında emanetçi gibi davranmadı. Bu yüzden dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal ile arası açıldı; ikisi arasında çatışmalar yaşandı. Özal yakınlarının da etkisiyle Akbulut’a karşı Mesut Yılmaz’ı destekledi. Ama Yılmaz’da da aradığını bulamadı, bilindiği gibi... Çünkü siyasetin doğası uzaktan kumandalı bir emanetçiliğe izin vermiyor, bir... İkincisi, siyasetçinin doğası buna uygun değil...
Söz konusu dönemde iktidardaki ANAP’ın kurucusu ve her şeyi olan Özal’ın Çankaya’ya çıktıktan sonra partisinin kontrolünü kaybetmesinde oylarının giderek düşmesinin, yani toplumdaki desteğinin erimekte olmasının payı da göz ardı edilmemeli elbette...
Bugünkü durum bunun tam tersi... AK Parti’nin ve bu partinin lideri Erdoğan’ın toplumdan aldığı destek 12 yıllık süreç içinde hiç azalmadı; tersine hep arttı. Yüzde 34’le başladı, yüzde ellilerin üzerine çıktı.
İkinci önemli ve ayrıştırıcı bir husus ise Erdoğan’ın halkın oylarıyla seçilmiş olması... Halkın yarısından fazlasının desteğiyle Cumhurbaşkanlığı makamına çıkan bir siyasetçinin arkasında -meclisteki sandalye çoğunluğuyla veya uzlaşmayla seçilen seleflerinde bulunmayan- yüksek bir politik güç olması çok önemli bir farklılık üretiyor.
Bu bakımdan Davutoğlu’nun başbakan olarak “emanetçi” bir pozisyonda olmayacağının açıklanmış olması çok mühim. Ancak yeni dönemdeki cumhurbaşkanı-başbakan ilişkisinin geçmişteki modele uygun biçimde devam edeceğini beklemek de doğru olmaz. Zira halkın yarısından fazlasının oylarını alarak doğrudan halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı, arkasına almış olduğu politik gücün kendisine yüklediği rolü oynamazlık edemez.
Demek ki dün Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen devir teslim yalnızca o makamda oturan kişinin adının artık Abdullah Gül değil Tayyip Erdoğan olacağının ifadesi değil yalnızca... Zaten öyle olsaydı bunun çok önemi de olmazdı. Çünkü Erdoğan ile Gül’ün üslupları ve tarzları az çok birbirinden farklı da olsa temel görüşleri ve ana istikametleri aynı.
Dolayısıyla yeni dönemin bir önceki dönemden farklı olacağını söylediğimizde sadece aktörlerin değişmesinden söz ediyor değiliz. Çünkü, aktörlerin değişmesinin de güçlü sonuçları olması mümkün görülse bile, aynı zamanda 12. cumhurbaşkanının göreve gelmesi küçük çaplı bir rejim değişikliği anlamına da geliyor. Zaten Erdoğan’ın aklında öteden beri Türkiye’nin yönetim sistemi için “başkanlık” modeline geçiş projeleri olduğu malum. Bunu unutmamak lazım.
Diğer yandan, Çankaya seçimi öncesinde yaptığı konuşmalarda “farklı” bir cumhurbaşkanlığı modelini gerçekleştirmek üzere halktan oy istediği düşünülecek olursa yeni dönemde Erdoğan’ın geçmişteki örneklerden farklı bir yönetim tarzı sergileyeceği muhakkak. Bunun için halktan onay da almış olduğuna göre muhaliflerinin bu yeni modelin uygulanmasına itiraz etme imkânları da çok sınırlı.
Elbette anayasal çerçeve içinde kalmak şartıyla... Haddizatında sadece cumhurbaşkanının değil, devletteki hiçbir makamın anayasada yer almayan bir yetki kullanması mümkün olmayacağına göre bu konuda endişeye gerek yok belki. Ama mevcut anayasal çerçevenin yeni modelin beraberinde oluşabilecek toplumsal beklentileri karşılaması mümkün olmadığı takdirde anayasal bir yenilenmeye gitmek de sürpriz olmaz. Ama bu da her şeyden önce toplumun talebine ve onayına bağlı olacak.
Yani, bir yanıyla pragmatizm mesleği olan siyasetin rasyonaliteden uzak kalmasının doğasına aykırı olduğu düşünülürse, Türkiye’de önümüzdeki dönemde hem yeni oluşması beklenen cumhurbaşkanlığı modeli konusunda hem de cumhurbaşkanı-başbakan ilişkileri konusunda makul olanın dışına çıkılmasını beklememek lazım. Sistemin sigortası siyasetin rasyonalitesi ve halka bağımlılığıdır.