Türkiye’de bazı çatışmalar, belli alışkanlıkların, abartılı yaklaşımların ve önyargıların gölgesinde kaldığı için yeterince anlaşılamıyor. Oysa bunlar hayati öneme sahip ve bir bakıma geleceğinizi kurgularken, en azından doğru anlarken dikkate almak zorundasınız.
Ülkemizin şu ya da bu nedenle uluslararası finans hareketliliğinin ilgi alanında olması, kuşkusuz tek başına olumlu ya da olumsuz gibi yaklaşımlar üzerinden değerlendirilemez. Finans, kendi başına ve macera olsun diye bir ülkeyi ziyaret etmez, şöyle bir uğrayayım demez. Onu yöneten akıl, bir hedef ve arayışla sözkonusu ülke ya da bölgeye yönlendirir. Bunu doğru anladığınız ve yönetebildiğiniz takdirde gücünüzü korur, yükseltir ve dünyadaki rolünüzü belirleme konusunda söz sahibi olursunuz.
7 Haziran seçimlerine, kimin iktidara geleceği sorusuyla bakmıyoruz hiçbirimiz. Kuşkunuz olmasın, dünyada da öyle bakan yok. Şu halde seçim sonuçları AK Parti’yi işaret ediyor ve Türkiye’nin önündeki yol haritası da belli diyebilir miyiz? İşte burada durmak gerekiyor.
Gerek meydanlara, gerek makul anketlere, gerekse de iç dengelere bakıldığında iktidar partisinin dördüncü kez bir genel seçimi kazanacağı çok kuvvetli bir ihtimal. Öte yandan borsadan uluslararası çevrelere kadar uzanan alandaki tepki ve yaklaşımlar da benzeri bir durumu işaret ediyor.
Şu halde önümüzdeki dönemi farklı ya da yeni kılan nedir? Bizi nasıl bir siyasi mimari bekliyor? Bu mimarinin ana aktörleri kim olacak? Yazının girişinde hatırlattığım ‘finans’ akış ya da hareketliliği burada nasıl bir rol oynayacak?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yakın gelecekle ilgili üç noktanın altını özellikle çiziyor. Sistemdeki tıkanıklığın ve sorunların aşılması, başta bürokratik vesayet olmak üzere devleti zehirleyen tüm yapıların tasfiyesi yahut terbiye edilmesi ve Merkez Bankası gibi aktörlerin Türkiye’nin kendi dengelerini yok sayan yaklaşımlardan ve tepeden bakış açısından kurtulması. Bunları sağlamak için de son derece açık ve radikal bir önerisi var; başkanlık sisteminin gelmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın altını çizdiği konuları bir başka ifadeyle okumayı deneyelim. Siyaseti şu da ya da odakla birlikte kontrol etmeyi alışkanlık haline getiren bürokrasinin, bu hantallığını ve baskısını ortadan kaldıracak bir sisteme evet demesi elbette kolay değil. Bu nedenle sıradan bir bakışla göremeyeceğimiz mekanizmalarla, başkanlık tartışmalarını etkisiz kılmaya çalışıyor. Paralel yapının bu konudaki tavrını anmaya bile gerek yok. Çünkü güçlü bir Erdoğan’ın ne anlama geldiğini en iyi onlar biliyor.
Merkez Bankası tartışması ise daima göründüğünden daha farklı. Mesele basit bir faiz indiriminden ibaret değil ve taraflar da bunu gayet iyi biliyor. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde attığı dev adımların mimarı olan, aynı zamanda bölgesel bir güç olarak küresel ölçekte hamle yapabilme yolunda kararlı bir irade sergileyen Tayyip Erdoğan, şimdi bir başka vesayetin gücünü kırmaya çabalıyor. Londra diyerek konuyu coğrafi bir tanımla sınırladığımı düşünmeyin; ama yeni dönemin mimarisinde kendisine yer bulabilmek için bu güç merkezi Erdoğan’ın gücünü sınırlamak istiyor. Bu çok açık bir vesayet girişimidir aslında.
‘Cumhurbaşkanı konuşuyor, dolar yükseliyor, Merkez Bankası’na da karışmasın ‘diyenler; ya çok komikler, ya da herkesi saf sanıyorlar. Unutmadan, bu kavganın perde arkasında kim var sorusunu da kendi payıma komik buluyorum. Tayyip Erdoğan, yine doğru hedefle mücadele ediyor ve kendisini çok farklı zırhlarla koruyan bu güçle belki de siyasi hayatının en büyük risklerini alarak savaşıyor.
Kim bunlar sorunusa daha fazla katkı istiyorsanız, bir sonraki yazıya.