Geçen gün bir bankanın Nişantaşı şubesine yolum düştü- yani açık söyleyeyim; maaşımın yattığı banka olduğu için bir avans hesap tanımlamışlar, biraz limiti artırın diye ricada bulunmaktayım- o sırada benimle ilgilenmekte olan arkadaşımızın masa telefonu çaldı; telefonun diğer ucundaki hanımefendi belli ki ‘iyi’ müşteri çünkü konuşulan rakamlar bunu gösteriyor. Hiç abartmıyorum aynen şu cümlelerle konuşma sürmeye başladı: ‘ Hanımefendi, hayır tam şu sıra o kadar yüksek faiz veremiyoruz; tam aksine bizim faizlerin düşeceği beklentimiz de var... Evet, ne yazık ki biliyorsunuz durumları, faizleri düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çok haklısınız, enflasyon oranı yüksek, faizlerin de yükselmesi gerekir; tabii eskiden sizin faizle bütün kredi kartlarınızı, ev taksitlerinizi ödüyorduk, şimdi faiz yalnızca kredi kartı harcamalarınızı karşılayabiliyor; ben de üzgünüm, ama biraz sabredin, zaten bu böyle gitmez, az kaldı...’
Tabii ben, bu konuşma olurken, ‘faizlerin düşmesi için elinden geleni yapan lobi’nin (!) bir elemanı olarak, ellerimi, ayaklarımı nereye koyacağım sorununu yaşamaya başladım. Şimdi kalkıp gitmeye kalksam, avans hesabını artırma umudum suya düşecek, ay sonu geliyor... Bekledim, sonra konuşma bitince -gerçekten bu yönünü takdir ediyorum; hesabı eksi olan benimle de, milyon dolarları olan Nişantaşı hanımefendisiyle de aynı sevecen yaklaşımla konuşan- müşteri temsilcisine, Türkiye’de faizlerin aslında yüksek olduğunu anlatmaya çalıştım; ancak tabii bir bankadaydık ve İstanbul’un Nişantaşı’sındaydık. Müşteri temsilcisi arkadaşımız yakınmakta haklıydı konumu gereği ve zaten şu cümleden sonra: ‘ Türkiye’de, hele bu semtte, faizle geçinen o kadar çok insan var ki, yazık oluyor bunlara...’ Evet, bu cümleden sonra ben de şu cümleyi kurup bankadan çıktım; ‘benim avans hesabı limitini biraz artırsak; hayır ben çay içmeyeyim, kalkıyorum...’
Finans oligarşisinin saadet zinciri
Şimdi yukarıdaki hikaye, tam da TCMB Para Politikası Kurulu’nun faizleri indirsin mi, indirmesin mi tartışmasının yapıldığı ve faiz indirimi beklendiği günün sabahında aynıyla vakidir. Ve kesinlikle yalnızca günlük ekonomi anlatan bir olay değildir; daha çok içinde bulunduğumuz politik ortamın, politik savaşın temel nedenlerinden birisidir ve burada bir noktadan sonra faiz de yalnız simgesel bir kavramdır. Evet, Türkiye’de faizle geçinen, yalnız çok küçük bir rantiye sınıf değildir; bu ülkede üç kuruşluk birikimini bankaya koşturup buradan evinin kirasını, torunlarının okul giderini çıkarmaya çalışan çok geniş bir emekli kesim de vardır. Hele son yıllarda küçük işletme kurmanın riskini göze alamayan ve ailesinden bir şekilde kalan parayı, ‘belki uygun bir zaman olur da iş açarım’ diye faizde bekletenlere kadar orta sınıfın ‘faizden geçimi’ diye bir olguyu da inkar etmemek gerekir. İşte bu gerçek, bu ülkede, şimdi Erdoğan iktidarına ölümüne karşı çıkan finans oligarşisini besleyen uğursuz bir saadet zinciridir de aynı zamanda. Nişantaşı, Moda rantiyelerinin, asker, bürokrat emeklilerinden, Anadolu’daki emekli ticaret erbabına kadar kesimlerin Faiz’e dayanan birikimlerinin vazgeçilmez kaynak olduğu bir ekonomiden tam şimdilerde üretim’e ve ihracat’a dayanan, finansal araç olarak da İslami ortaklaşmaya kadar genişleyen ve derinleşen ve faizden çok üretime dayanan bir yeni ekonomi’ye geçmeye çalışıyoruz ve bu konuda, ben de yakından biliyorum ki, Başbakan’ın çok yoğun bir farkındalığı ve ısrarı var. Banka sistemini, ipotek karşılığı hesapsız kredi verme, risksiz devleti fonlama, yüksek faiz ve komisyonla küçük tüketiciyi kazıklama tefeciliğinden çıkarıp, girişim sermayesini öne çakartan, yüksek katma değerli yatırımı teminat kabul eden üretim odaklı yeni bir bankacılık sistemine dönüştürmeye çalışmak, inanın çok politik bir uğraştır ve bunu yapmaya kalktığınız zaman başınıza ne iş geleceğini kestiremezsiniz.
Amaç; üretim değil rant idi...
Türkiye’nin başına gelen bütün felaketler, en son Soma dahil, vesayetçi oligarşi’nin faiz ve rant’a dayalı bu ekonomik sisteminin sonucudur.
Bu oligarşik yapının, daha doğrusu, şimdiye kadar kurgulanan sistemin temel amacı üretime dayalı sermaye birikimi değildi. Türkiye’deki yağmacı ve lümpen burjuvazi üretime dönük bütün yatırımlarından gelen kârlılığı, yeniden üretim verimliliğini yukarı çekecek ve rekabet edilecek alanlara yatırmamıştır. Özellikle darbe dönemlerinde ve emek sömürüsü’nün görece yoğun olduğu zaman aralıklarında ve sektörlerdeki birikimi ranta dayalı alanlara aktarmıştır: İşte çok somut ve güncel bir örnek; Soma Holding... Madenlerden emek istismarı ile kazanılan milyarlarca lira, İstanbul’un en çok lokasyon rantı getiren Levent-Maslak bölgesinde gökdelen yatırımı’na dönüşmüş. Ama Soma Holding en dip örnek, diyeceksiniz. Peki o zaman size şu soruyu sorayım; bugün Türkiye’nin, en çok vergi veren patronlarının bu vergilerinin çok önemli bir kısmı gayrimenkul geliri değil mi? Haydi bunu da geçin; Türkiye’nin ilk 500’ünde yer alan sanayi işletmeleri içinde ilk 20 sırayı alın ve bunların Ar-Ge yatırımları ve bu yatırımlardan gelen marifetlerini küresel benzerleri -bakın küresel rakipleri diyemiyorum, küresel benzerleri diyorum- ile karşılaştırın... Sonuç felakettir.
Erdoğan Ekonomisi’nin 2. büyük adımı
O zaman şimdi diyeceğimi diyeyim... Bilirsiniz bozuk, artık bütün yapı taşları deforme olmuş bir düzeneği ya da oluşumu, bir noktadan sonra tamir etmek yenisini yapmaktan çok daha zordur. Zaten eskimiş, milâdı dolmuş bir ‘şeyi’ isteseniz de eski haline getiremezsiniz. Mecbur, yenisini yapacaksınız...
İşte şu anda, bence Erdoğan’ın Türkiye ekonomisini omuzlayacak yeni sermaye sınıfı için düşüncesi aynen budur. Bütün bu değişimi omuzlayacak, ranta ve kapitalizmde rantın anası olan faize dayanmayacak -faizin esas olmadığı, bilgi ve teknolojiye dayalı üretim’in esas olduğu- yeni bir sermaye birikimi oluşturmak...
Bu sermaye birikimi, tabii ki ilk önce sürükleyici ve girilmesi kolay, çarpan etkisi büyük inşaat gibi alanlarda başlamıştır ki, bu, Erdoğan ekonomisi için; ‘inşaata ve onun rantına dayanıyor’ şeklindeki haksız eleştirisine yol açmıştır, halbuki bu, yeni bir burjuvazi oluşturmanın kaçılmaz başlangıcıdır ve doğrudur. Zaten, tam şimdi ikinci adıma geçiyoruz; Türkiye hem yeni bir sermaye sınıfı marifetiyle hem de kamu çıkışıyla savunma sanayi, ulaştırma ve enerji gibi stratejik alanlarda, ranta dayanmayan ve eski vesayetçi oligarşinin çemberini kıran II. Büyük Adım’ı atıyor.
Hemen örneklemek gerekirse, Marmaray’dan, hızlı tren hatlarına, THY atılımından havalimanlarına ve TANAP’la başlayan yeni enerji hatlarına, SOCAR’ın Türkiye yatırımlarına kadar tam şimdi, II. Büyük ‘Erdoğan Ekonomisi’ dönemi başlamıştır. Örneğin BMC’nin savunma sanayinde iddialı olacağını ilan ederek ayağa kaldırılması tam da böyle bir simgesel gösteridir ve biliyorsunuz bu simgesel adımdan sonra Alman MAN -telaşla- Türkiye’ye geleceğini ilan etmiştir.
Evet, rantiyeler ve faize dayanan finans oligarşisi, kendi arasında ‘sabredelim az kaldı’ diyorlar, ama bence çok yanılıyorlar. Tam şu günlerde, 2008’de IMF’nin kovulması ve GAP Eylem Planı ile I. büyük adımı atılan ‘Erdoğan Ekonomisi’nin II. büyük adımı atıldı...