Bizim nesil büyük çapta enflasyon olgusunun makro bir konu olduğu varsayımı ile yetişti.
Çok büyük bütçe açıkları vardı ve bu çok yüksek bütçe açıklarına tekabül eden çok yüksek enflasyon oranları ile yürümeye çalışıyor idi ekonomi.
İktisatçıların kafası da büyük ölçüde rahattı zira ezberlerini bozan bir durum pek yoktu.
Yüksek bütçe açıklarından kastım da milli gelire oranı yüzde onları aşan bütçe açıkları.
Bu açıkları kısmen borçlanma ile kısmen de monetizasyon ile finanse ettik.
Borçlanma nominal faizleri, yüksek nominal faizler de monetizasyon ile birlikte enflasyonu.
Bu durum sürdürülemez bir durumdu ve Türkiye ekonomisi 2001 krizine dayandı.
2001 sonrası yaşananlar malum.
AK Parti hükümetleri bütçe açıklarını düşündüler, uzun bir süre çok başarılı bir faiz dışı fazla politikası uygulandı ve böylece de hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan yüksek enflasyon oranları da tek hanelere indi.
Ancak, tek hane var, tek hane var.
Hayatımın hiçbir döneminde “biraz enflasyon iyidir” saçmalığına inanmadım.
Yüzde ikinin üzerinde enflasyon oranları her açıdan kötüdür, bu böyle bilinmeli.
Hem haksız transferler üretir, hem de, daha önemlisi piyasa ekonomisinin etkin işleyişini bozar.
Piyasa dediğiniz bir haberleşme ağıdır.
Yüzde ikinin üzerinde enflasyon oranları bu haberleşmede parazitler yaratır.
Parazitler de üreticinin, tüketicinin, yatırımcının, tasarrufçunun yanlış kararlar almasına neden olur.
Sürdürülebilir bir büyüme süreci istiyor isek evrensel hukukun yanında enflasyonla mücadele temel, öncelikli amaç olmalı.
Senelerce süren çok yüksek enflasyon artık yok ama oran yine iki hanelerin başını zorluyor.
Bu orana bakıp eskiyle mukayese etmek, geldiğimiz yer çok iyi demek hem doğru hem yanlış.
Doğru, çünkü bütçe disiplinini muhafaza etmemiz şart.
Yanlış, çünkü yüzde onu zorlayan bir enflasyon oranı çok kötü.
Yazımın başında bizim kuşağın enflasyon olgusuna hep makro bir konu olarak baktığını söylemiş idim.
Oysa, şimdiki, bugünkü kanaatim enflasyon meselesinin artık mikro, firma temelli bir konu olduğu doğrultusunda.
Enflasyon meselesinin artık bütçe açıkları ile bir ilişkisi yok.
Olmayan ya da çok düşük bütçe açıklarının monetizasyon ile finansmanı gibi bir mesele de ortada yok.
Yüzde onlara dayanan enflasyon oranlarını biber, patlıcan, erik fiyatları ile de ilişkilendirmek çok ciddi durmuyor.
Ortada mikro olarak adlandıracağım daha ciddi bir problem olabilir.
Bu problem de piyasaların rekabet hukuku ile ilgisi muhtemelen.
Firmalar hala çok rahat maliyet artı kar haddi fiyatlaması yapabiliyorlar muhtemelen.
Rekabet hukukunun bize oranla çok daha etkin işlediği ülkelerde enflasyon yüzde bir ile yüzde üç arasında dolanıyor.
Bizde ise yüzde ona dayandı.
Bu durumun rekabet eksikliği dışında bir nedenini şimdilik göremiyorum.
Türkiye AB ile müzakere sürecinde rekabet faslını müzakerelere açsa ve bu dosyanın gereklerini yerine getirse enflasyon meselesinin, bütçe disiplini muhafaza edildiği sürece, bir sorun olmaktan çıkacağına inanıyorum.
Rekabet dosyası iki ayaklı.
Birincisi hakim durumun kötüye kullanımı ile ilgili ise ikincisi de devlet yardımlarıyla ilgili.
Bu ikinci ayakta, devlet yardımlarında, teşviklerde bir adım atılmadı.
Rekabet dosyasının müzakerelere açılmaması önce piyasaların etkin işleyişini bozuyor.
Bu durum da karşımıza somut olarak yüksek enflasyon oranları olarak çıkıyor.