SEVILLA
Liberal eğilimli bir Amerikan vakfının düzenlediği bir konferans vesilesiyle geldim İspanya'nın güneyine. "Sinemada özgürlük teması" konulu konferans ilginçti. Ama Endülüs'ün başkenti olan Seville kentinin kendisi çok daha ilginçti.
Önce genel bir bilgi: İspanya, yarı-federalizm denen bir sistemle yönetiliyor. Dolayısıyla kısmen özerk bölgelerden oluşuyor. Bunlardan biri, "Andalusia", yani Müslüman Endülüs'ün bakıyesi. Üç önemli kenti olan Sevilla, Cordoba ve Granada, İslam medeniyetinin izleriyle dolu.
Sevilla'ya girer girmez gözünüzü alan "Giralda Çan Kulesi" bunlardan biri. Yapının orjinali, aslında minare. 1184 senesinde Ahmed Bin Basu adlı Müslüman mimar tarafından inşasına başlanmış, bir kaç onyılda tamamlanmış. Bizim minarelerden farklı olarak, dikdörtgen ve çok geniş olan yapının merdivenleri de geniş. Zaten rivayet o ki müezzinler atla çıkarmış muazzam yapının tepesine. (Ben yaya çıktım, atla çıkmanın hikmetini kavradım.)
Katolikler, "yeniden fetih" diyerek tüm Endülüs'ü adım adım ele geçirirken Müslümanlardan kalan tüm bu yapıları dönüştürmüşler. Minarenin tepesine çan kondurmuşlar. Ama, açıkçası, aynı estetik düzeyini yakalayamamışlar.
Endülüs ve Avrupa
Bu farkı, Sevilla'nın diğer önemli incisi olan Alcazar Sarayı'nı gezerken daha da çarpıcı bir tezatla görüyorsunuz. Sarayın Müslümanlarca inşa edilen kısmında müthiş bir estetik, zarafet, iç açıcı bir renklilik ve ferahlık var. Katoliklerin bu ana gövdeye ilave ettikleri kısımlarda ise karanlık, kasvet ve kabalık ağır basıyor.
Benle birlikte gezen yaşlı İngiliz akademisyen de doğruladı bunu. Müslüman mimarisinin "harikulade", onun üzerine gelen Hıristiyan katmanın ise "depresif" olduğunu söyledi.
Mimarinin yansıttığı bu farkın sırrı, Endülüs'ün yapısına baktığımızda ve onu o dönemin Hıristiyan Avrupası ile karşılaştırdığımızda daha iyi anlaşılır. Endülüs, o devirde, her yönüyle "ileri medeniyet"tir. Bilimin, felsefenin, farklı dinleri (mesela Yahudiliği) kucaklayan hoşgörünün, ticaretin, şehirciliğin merkezidir.
Onun için Avrupa'nın Londra veya Paris gibi pasaklı kentlerinden kalkıp da Kurtuba'ya gelenler vurulur, hayran olurlar. Viranelerden çıkıp kaşaneler görmüşlerdir çünkü.
Endülüs ileridir, çünkü "okuyan medeniyet"tir. 10. yüzyılda Kurtuba’daki büyük kütüphanede 400 bin elyazması eser varken, Fransa’da dört yüzyıl sonra yaşayan “Bilge Charles” kütüphanesinde topu topu 900 el yazması eser vardır.
Cehalet, zaruret, ihtilaf
Bu kıyasları artırmak, Hıristiyan Avrupa'nın karanlık Ortaçağı sırasında İslam medeniyetinin her yönden ne denli "ileri" olduğunu hatırlamak mümkün.
Ancak bu tablonun bugün tamamen tersine döndüğünü görüp bunun sebeplerini düşünmek de elzem.
Öyle ya; bugün en çok okuyan, üreten, sanatıyla ve mimarisiyle göz kamaştıran, hoşgörülü ve çoğulcu medeniyetin bizimkisi olduğunu iddia edebilir miyiz?
Aksine, Bediüzzaman'ın yüzyıl önce teşhis ettiği üç temel problem bizi kavurmaya devam ediyor: Cehalet, zaruret ve ihtilaf. Yani entelektüel, iktisadi ve politik zaafiyet.
Açarsak; Müslümanların bilim, düşünce ve kültür üretimi çok kısır. Petrol dışında dünya ekonomisine kayda değer katkıları yok. İhtilaf ise dizboyu: Sert politik kavgalar ve iç savaşlardan geçilmiyor İslam diyarları.
Tam Türkiye'nin bunları aşmaya başladığını görüyor ve seviniyorduk ki, o da, ne yazık ki, ışıltısını kaybetmeye başladı. İhtilaf girdabına kapıldı.
Velhasıl, Endülüs'ten bakınca görünen, görkemli bir geçmişin üzerine feci bir fetret devrinin geldiği ve bunun halen sürdüğüdür.
Yeni bir sayfa açmak için gereken ise, kadim hakikatlere yaslandığı kadar modern realiteleri de kavrayan yepyeni bir akıldır.